Kim Bu Judith?

Pazar, Mart 20, 2016

The Man in the High Castle




Philip K. Dick’in kaleme aldığı The Man in the High Castle alternatif bir tarihi anlatan Hugo ödüllü bir roman. 1 Ocak 1962’de ilk baskısını yapan kitap Axis devletlerinin 2. Dünya Savaşı’nı kazandıkları bir dünyayı anlatıyor. Roman her ne kadar yavan ve yarıda kalmış olsa da Nazi Almanyası ve Japonların tüm dünyaya hakim olduğu distopik bir dünyayı okumak heyecan verici. Bu heyecanı ikiye katlayan haber Amazon.com’un, Blade Runner’ın yönetmeni Ridley Scott ve X- Files’ın yönetmeni Frank Spotnitz’in yapımcılığında The Man in the High Castle’ın uyarlanacağını duyurmasıydı. Frank Spotnitz’in yönetmenliğini üstlendiği dizi pilot bölümünü 15 Ocak 2015’te Amazon üzerinden yayınladı. Amazon’un en çok izlenen pilot bölümü olan The Man in the High Castle 20 Kasım 2015’te 10 bölümlük bir dizi halinde izleyicileriyle buluştu.

Dizi kitapla paralel gitmiyor. Zaten süreklilik içermeyen bir hikaye kurgulayan Dick’in yalnızca fikrini uyarlıyor Spotnitz: 2. Dünya Savaşı’nı Mihver devletleri kazansaydı ne olurdu? Spotnitz kitapta olan karakterlerin yanına başka eklemeler de yapıyor ve böylece Dick’in anlatmaya çalıştığını biraz daha ileri taşıyor. Zaman olarak 1962 yılına işaret ediliyor. 2. Dünya Savaşı’nın kazanılmasının üzerinden uzun zaman geçmiş. Savaşı Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası ve Japon İmparatorluğu kazanmış ve Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük bir kısmını Nazi Almanyası, diğer kısmını da Japonlar işgal etmiş. San Francisco merkezli Japon Pasifik Devletleri burada Nazilerin Gestapo’suna benzer Kempeitai asker-polis gücünün etkili olduğu bir yönetim kurmuş. Nazi Almanyası ise New York merkezinde Büyük Nazi İmparatorluğu olarak hayatına devam ediyor. İki ülke arasında Neutral Zone denilen Canon City merkezli bir Tarafsız Bölge oluşturulmuş. Pek tabii Almanya sanayisini geliştirmiş, teknolojik olarak ilerlemiş, uçaklar ve jetler ile yolculuk ederken, Japonya henüz teknoloji devrimini gerçekleştirmemiş, geleneklerine bağlı, silah ve sanayi olarak güçsüz, gemilerle yolculuk eden bir İmparatorluk olarak kalmış. Hitler hastalıklarla boğuşuyor ve ölmesi yakın. Ölmesini isteyenler kadar istemeyenler de var. Hitler ölürse onun kurduğu sözde Alman-Japon dostluğu yıkılacak ve Almanya Japonların sahip olduğu toprakları da ele geçirecek. Buradan siyasi çekişmelere uzanıyor dizi. Nazilerin yönetimindeki çıkar savaşları, savaş çıkmasını istemeyen Japonlar, Nazilerin içindeki hainler, Japon-Nazi soğuk savaşı ve tabii ki olmazsa olmaz bir Direniş.

İki ülke arasındaki içten içe kızışmaya başlayan soğuk savaşa, Nazi Almanyasının diktasına ve Kempeitai’nin şiddetine baş kaldıran bir Direniş var. Direniş’in en büyük güç kaynağı ise Yüksek Şatodaki Adam tarafından toplanan ve dağıtılan film kasetleri. Yüksek Şatodaki Adam’ın kim olduğu büyük bir muamma. Bu film kasetlerinden birini götürmesi için görevlendirilen Trudy Walker, Kempetiai tarafından, kasetleri teslim ettiği üvey kardeşi Juliana Crain’in (Alexa Davalos) gözleri önünde öldürülür. Juliana kasetleri izlediğinde büyük bir şok geçirir. Kasetlerdeki filmler, 2. Dünya Savaşı’nı Müttefiklerin kazandığı bir dünyayı göstermektedir. Sevgilisi Frank Frink’e (Rupert Evans) gösterdiğinde, umduğu karşılığı bulamaz. Yahudi asıllı olması nedeniyle zaten büyük bir tehlike altında olan Frank, filmlerin gerçek olamayacağını söylese de Juliana için kardeşinin ölmesine sebep olan bu filmler büyük bir anlam taşımaktadır. Trudy’nin bu kasetleri Canon City’deki Tarafsız Bölge’ye götüreceğini ve orada Direniş’ten biriyle görüşeceğini öğrenen Juliana kasetleri alıp Trudy’nin yerine geçerek Canon City’ye gider. Burada Direniş’ten olduğunu söyleyen Joe Blake (Luke Kleintank) adında genç bir adamla tanışır. Joe Blake aslında Nazi olan babasının görevini devam ettiren, Obergruppenführer General John Smith’in (Rufus Sewell) altında çalışan bir Nazi ajanıdır. Onun da görevi filmleri toplayıp üstlerine götürmektir. Burada buluşması gereken kişiyi bekleyen Juliana ve ona yardımcı olmaya çalışan, aslında onu kullanan Joe Blake dışında filmlerle ilgilenen başkaları da vardır. Bu filmin yayılmasını istemeyenler…



Dizinin en dikkat çekici karakterlerinden biri, kitapta da önemli bir yerde duran Japonya Ticaret Bakanı Nobusuke Tagomi (Cary Hiroyuki Tagawa). Japonların “Wa” dedikleri “peace and harmony’nin” (barış ve uyum) simgesi olan Tagomi Nazilerin acımasızlığı ve Kempetiai’ın baskısı arasında sonuna kadar barıştan yana duruyor. Dizide Amerika’nın kültürünü sömüremedikleri gibi, onların geleneklerini devşirmekten geri durmayan Almanlar ve Japonlar’ın bir kısmına karşın Tagomi Japon kültürünün estetik yönüyle buluşturuyor bizi. Kempeitai’nin acımasız müfettişi Kido (Joel de la Fuente) da Japonların savaşçı yönünü temsil ediyor. Yalnızca Tagomi, yardımcısı Kotomichi ve müfettiş Kido’da gördüğümüz bu güzel tarihsel ayrıntılar dizinin en büyük eksiği. Dünyanın büyük çoğunluğunu işgal eden Almanlar dizide İngilizce konuşuyor. Japon Ticaret Bakanı ve Japon Prensesin ikili konuşmaları dahi İngilizce’den yana oluyor. İşgal edilen Amerika’da şehir adlarının aynı kalması da cabası. Yine de gökdelenlere asılan Nazi bayrakları, birbirlerini “sieg heil” ve “heil hitler” diye selamlayan Amerikalı askerler, sisli puslu Golden Gate Köprüsü ve Amerika güzel görüntülerin yakalanmasına ve distopik dünyanın içine girmemize yardım ediyor.

Hikaye oldukça yavaş ilerliyor. Ancak bunun bir aksiyon dizisi olmadığı aşikar. Soğuk Savaş dönemlerinin gerilimli havasının yaratılmaya çalışıldığı belli. Bu ortam, karanlık görüntüler, kirli insan yüzleri, puslu havalar ve tüm bölümlere hakim olan gri atmosfer ile sağlanıyor. Durağan senaryo bir sonrasında ne olacağını merak etmemize engel değil. Oyuncuların hayat verdiği karakterler donuk ve hissiz. Spotnitz duyguları da işgal edilmiş bir toplum mu yaratmaya çalışmış bilemiyorum ama bu dizide o kadar acıya rağmen yeteri kadar gözyaşı yok.

Kitapta yer almayan ama dizinin olmazsa olmazı haline gelen bir karakter var: Obergruppenführer General John Smith. Baştan ayağa Amerikalı olan bu adam zekası, itaati ve sadakati ile –maalesef- sempatimizi kazanan bir Nazi askeri oluyor. Bu rol için seçilen Rufus Sewell, Spotnitz’in hedefi on ikiden vuruşu.

Bu devran böyle gitmeyecek tabii ki, Nazilerin arasında da gidişattan memnun olmayan, ellerindeki kanı temizlemeye çalışan insanlar var. Bunların etkili olup olmadığını muhtemelen ikinci sezonda göreceğiz. İkinci sezona yeşil ışık yakarak final yapan dizi birçok soru işaretiyle bitiyor. “Amerika savaşı kazanmasaydı, bakın ne kadar kötü durumda olurduk” gibi bir tavra sahip olmayan dizi bu yönden de endişeleri gideriyor. İkinci sezondan beklentim, üç beş kişiyle anlatılan koca bir Direniş’e daha çok yer verilmesi, soğuk savaş atmosferinin içine biraz da duygusallığın, insancıllığın katılması, Almanların hakim olduğu bir dünyada daha fazla Alman oyuncu görmek, kartal yuvasındaki Hitler’i ve onun etrafında dönen entrikaları daha fazla izlemek, dünyanın diğer yerlerinde neler olup bitiyor bunların da anlatılması. Dizi madem kitapla paralel gitmiyor, Spotnitz biraz daha yaratıcı olabilir. Senaryonun aşırı Amerikan oluşunu bir kenara bırakırsak, televizyonun altın çağı denilen bu dönemde, Amazon'un diğer dizileri gibi güzel ve heyecanlı bir dizimiz daha oldu.

*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder