Kim Bu Judith?

Salı, Mart 15, 2016

Baran



Göçmen/mülteci insanın derdini anlatan filmlerin temel motifidir, göç edenin gittiği ülkede yaşadığı sıkıntılar. Bu sıkıntıları, adına, kimliğine, diline, dinine bakmadan insanı “insan” olarak ele alan, onları hilkat diliyle konuşturan bir yönetmenin anlatması kuşkusuz daha anlamlı olacaktır. Yerinden edilen kendi komşusu olunca, kamerayı Şark’ın eline emanet etmek yanlış bir seçim gibi görünmüyor. Majid Majidi bu toprakların, mayasına iyilik katılmış çocuklarından biri. Filmlerinde de insanları kendi dilinden konuşturuyor; hal dili. Yaşadığı toprakları ayaklarını sürüye sürüye terk etmiş insanların ahvali de gün gibi ortada olunca, Majidi’ye düşen tek şey onu sinemanın diliyle anlatmak.

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalinden sonra enkaza dönen ülkede bir de sivil savaş, zalim Taliban rejimi ve 3 yıl süren kuraklık baş gösterince bu topraklar yaşanmaz hale gelir. İnsanlara tek bir çare kalır: göç etmek. 1.5 milyon Afgan, İran’ayaşamak üzere göç eder. Yaşayabilmek için gereken para bir İranlı için kolayca kazanılırken, bir Afgan için neredeyse imkansızdır. Kimliksiz, sigortasız, sistemin gözünde var olmayan bu insanların günlük derdi üç kuruşa çalışabilmektir. Afgan işçi çalıştırmanın yasak olduğu bir sistemde, çalışmak isteyen Afganlar, Memar gibi insaflı insanlara ihtiyaç duyar. İran’ın Schindler’i Memar, Afgan, Türk, Kürt, Azeri ve İranlı işçilerin birlikte çalıştıkları bir inşaatın ustabaşıdır. Tüm derdi eline geçen parayı adil olarak paylaştırmak olan bu yüce gönüllü adam Afganları, sürekli ensesinde olan görevlilerden korumak için her şeyi yapar. Müfettişlerin geleceği duyulduğunda alarm zilleri çalar ve tüm Afganlar saklanır.

Zor hayat koşullarının belini büktüğü işçiler için en büyük tehlike müfettişler değil, kazalardır. Afgan işçilerden biri olan Najaf dördüncü kattan düşer ve ayağı kırılır. Günlük yevmiyeyle çalışan bir işçi için durumun vahimliğini izaha gerek yok sanıyoruz. Najaf ertesi gün arkadaşı Sultan’la birlikte oğlu Rahmet’i gönderir çalışması için. Ufak tefek çelimsiz bu çocuk inşaatın ağır çalışma koşullarına uyum sağlayamaz. Memar onu inşaatın fazla güç gerektirmeyen, mutfak işinin başına koyar. Mutfağın önceki sahibi Latif içinse harç karmanın, çimento çuvalı taşımanın zamanı gelmiştir. 17 yaşındaki Latif çalışanların arasında en genç olanıdır. Bu bıçkın delikanlı gününü diğer işçileri sinirlendirerek, onlarla kavga ederek, sonunda da ustabaşından paparayı yiyerek geçirir. Onun işi en kolayıdır. Nüfus cüzdanına sahip az işçiden birisi olduğu için marketten alışveriş yapma, fırına gitme gibi dışarı işleri ona emanet edilmiştir. Beceriksiz Rahmet yüzünden işinden olması onu çok öfkelendirir. Bir yandan harç kararken diğer yandan Rahmet’in gününü mahvetme planları yapar. Bir gün mutfağın önünden geçerken duyduğu mırıldanma sesi, uçuşan perdelerin arasından gördüğü, cama yansıyan kadın gölgesiyle birlikte Rahmet’in sırrını çözüverir.




İnsanların yaşamak için çalışmak-çalışmak için yaşamak ikileminde gidip geldiği, zorunluluklarla ve çaresizliklerle kuşatılmış bir dünyada en lüks olan, sanıyorum aşık olmaktır. Kendisinden farklı olduğunu anladığı anda aşık olduğu Rahmet’in, hiçbir zaman Latif’in cümlelerine özne olmaması da bu yüzden. Bir kere bile sesini duymadığımız Rahmet’i, sonradan öğrendiğimiz gerçek adıyla Baran’ı hal diliyle konuşturan Majidi, Latif’e sinirlendiğinde veya üzüldüğünde bunu sözle dışa vurma imkanı tanırken, korkan ve sinirlenen Baran’ın eline bir taş vermekle yetiniyor. Bir ülkeye “misafir” olana yakıştırılan tutum şikayetsizliktir ve Baran’a düşen de sessiz kalmak. Rahmet’in bir çiçek bahçesine çevirdiği mutfak, Latif’in önünden geçmeye bile cesaret edemediği bir yerdir artık. Latif bazen gizli bazen açık, Rahmet’i korumaya, kıskanmaya ve onun için fedakarlıklar yapmaya başlar. Rahmet’in müfettişlere yakalanması ve işi bırakması ise Latif’in bu yoldaki ilk acısı olacaktır.

Majidi zemini güçlü bir filme naif bir aşk hikayesinden çatı yapıyor. Baran genç bir delikanlının göçmen bir kıza aşık olma hikayesi değil. Latif’in zahirîden batınîye evrilen aşkı filmin görülen kısmı, Majidi bize görünenin arkasındakini anlatmaya çalışıyor. Latif Rahmet’i aramak için yollara düştüğünde, bu ülkeye sığınan ama “fazla gelen” insanların hikayelerini de sürükler peşinden. Bir yanda her gün şehre gidip iş arayan, bazen eli boş dönen aile babaları, burkalarını beline bağlamış narin elleriyle ağır taşları kaldırmaya çalışan Afgan kadınlar, diğer yanda kimliği olmadığı için bir gece dahi kalacak yer bulamayan insanlar, ekmeğini paylaşmak isteyen, yüreğinin diliyle konuşan ihtiyarlar… “Afgan mültecilerin zorluklar içinde hayata tutunduklarını ve büyük bir vekarla ayakta durduklarını gösteren bir film çekmek” niyetinde olan Majidi’ye bırakalım sözü:

“Filmim iki kısımdan oluşuyor: birincisi gerçekçi; sosyal sorunlarla – ikincisi manevi; aşk cihetiyle. Kızın ismi Baran. Baran, yağmur demek. Erkeğin ismi Latif. Latif, sunmak demek. Latif, yağmurla olur. Baran’sa, beklemekle. Yağmur, toprak için bir bereket ve rahmettir. Filmimi hangi ülkede temsil etsem, halkımı yansıttığımı belirtmek isterim.”

Majidi filmlerinde insan, hayatın akıntısına kapılıp giden, taşa takılıp sendeleyen ama inanç ve özveriyle hiç durmadan devam eden, teslimiyetçi olduğu kadar iradeli bir varlık. Çoğu filminde akan suya kapılıp giden nesnelerin sırrı belki de budur. Buraya bir parantez açarak özveri üzerinde biraz duralım. Bizi etkileyen, zaten fedakarlık yapmak zorunda bırakılmış insanların, tercihlerini de her zaman bu yönde kullanmaları. Latif’in, adını yalnızca bir kere işittiği Baran için, onun haberi olmadan yaptığı fedakarlıklar, kendi cisminden, isminden, benliğinden vazgeçmesi Majidi’nin şiar edindiği “saflığın” bu kez de Latif’te vücut bulduğunu gösteriyor. “Saflık bize her şeyi sunan bir tılsım, bir mana.” diyor Majidi.

Majidi’nin gözdesi Mohammad Amir Naji’nin övgüye mazhar olmak için filmin başrolünde olması yeterli. Fedakar baba, oluyor fedakar patron Memar. Onun yanında, özelde İran ama genelde Ortadoğu sineması için yabancılık çekmeyeceğimiz bir oyunculuğu var Hossein Abedini’nin. Zahra Bahrami, Baran’ın ta kendisi. 15 yıl yaşadığı mülteci kampına gelen bir yönetmenin “benimle oynamak ister misin?” demesiyle beraber adım attığı sinema dünyasına Baran olarak adını yazdırıp gidiyor Zahra. Hiç konuşmuyor ama tüm Afganların, bilhassa tüm göçmenlerin sesi oluyor.

Baran, Majidi’nin ateşi söndürüp közlerinden derdini anlattığı yanık kokan filmlerinden biri. İzlerken de görüneni değil, görünenin arkasındakini anlamak önemli.


*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder