Kalem çok inanılmazdır. Sihirli gibi. Onu alıp gökyüzüne çıkıp bir
kuş gibi uçabilirsin, yerin yedi kat altına girip ateşin yakıcılığını
hissedebilirsin, bir çocuğun gülüşüne dokunabilirsin, ölüleri duyabilirsin,
O’nu görebilirsin. Hepsi kaleminin ucundadır. Sen kalemle yazmazsın, kalem
senle yazar. Onu eline alırsın, kâğıda değdiği an sözcükler kendiliğinden
dökülür. Sen de kendini yazar sanırsın.
Yazarken her şey eşlik eder sana. Kendisine can
oldukların, yâr dediklerin, yâren bildiklerin, ağaçlar, gökyüzü, kelebekler,
kuşlar, bütün kâinat. Hepsi senle beraber yazar. Yazdıkların yaşadıklarından
bağımsız olamaz hiçbir zaman. Sevdiğin birini kaybettiysen hikâyendeki çocuk da
birini kaybeder. Mutluysan hikâyendeki çocuk annesinden bir öpücük alır.
Kızgınsan, hikâyendeki çocuk en sevdiği oyuncağını kırıp atar. Âşıksan, hikâyendeki
çocuk bir kelebeğe dokunur. Sen hikâyende kendini anlatırsın. Yazarken bine
bölünürsün. Her biri farklı bir şeyi fısıldar sana, sen onları yazarsın.
Kalem arsızdır. Yapışır kalır eline. Sen bırakmak istersin ama o, hikâye
bitmeden seni bırakmaz. Bazen cümlelerin üst üste atlar. Hepsini bir anda
yazmak istersin, kalbin sıkışır.
Yazdıklarında yaşanmışlık varsa, sen yaşadıklarını anlatıyorsan bu
farklıdır herhangi bir hikâyeden. Onu yazan elin değil kalbindir. Allah
gönlünün perdesini aralamış, sözcükler bir bir çıkar perdenin arkasından,
elinden kaleme, kalemden kâğıda dökülür. Bu yüzden daha güzeldir.
Yazdıkların, dolayısıyla yaşadıkların sana çok şey öğretir.
Yazarken bir kere daha yaşarsın. Bir kere daha geçersin o yollardan. Bir kere
daha acıtır, bir kere daha sevindirir, bir kere daha kızdırır. Elini ateşe
tutup yaktığını yazıyorsan o ateşin acısını yine hissedersin. Mutluluktan
ağladığını yazıyorsan gözyaşlarını yine tutamazsın. Yazmak, yeniden yaşamaktır çünkü.
Kelimeler anne gibidir. Anneni üzsen de, kırsan da seni asla
bırakmaz. Ondan kaçamazsın. Bir kere elini tuttuysa annen, ondan kurtulman imkânsızdır.
Sen her ne kadar kurtulmak istediğini söylesen de dilinle, gönlün aslında tam
tersini ister. Annen seni hiç bırakmasın istersin.
Kalem kırılgandır. Onu bırakırsan
sana küser. Seni bırakmaz, ama üzersin onu. Gün gelir senden hesap sorar.
Yazmaktan vazgeçme. Bir kelime bile olsa. Bazen sayfalarca yazsan
anlatamayacağın şeyi tek bir kelimeyle anlatırsın: HİÇ.
Kaleminin boyasını kağıda dökmezsen, o senin kalbine dökülmeye başlar, kararırsın.
Abdülbaki dede bu konuşmayı 1950
yılında yapmış. Şimdi yaşasaydı daha neler eklenirdi bu konuşmaya. Kendini
yaşadığı çağa ait hissetmeyenlerle dertleşiyor Abdülbaki dede. 2015 yılından
biz de kafa sallıyoruz dediklerine. Biz ruhumuzu hangi yıllara gömdük kim
bilir?
Bir çeşit yol tarifi vardı.. Bir
çeşit ev tarifi: "... oraya vardın mı sağa dön. Solda bir bostan
göreceksin... doğruca git. Gene soldan, köşede: önünde koca asırlık bir çınar
ağacı, cumbalı, sarayyavrusu bir konak... Sağda az meyilli bir yokuş... Vur o
yokuşa! Aşağı-yukarı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük, kuş
yuvası gibi ahşap bir ev.. 14 numara! Karşısında küçük birbakkal var; Bakkal İbrahim Efendi... İşte o ev Selvinaz
Kalfa'nın evi..." Bir çeşit gidiş vardı.. Bir çeşit dosta gidiş:
Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda
torununuz, ön tarafta damat bey.. Yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu
seyrede ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden
iner, yardıma "müheyya" dururdu. Varacağınız yere varınca
"dur"' dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önüne kavuşturur,
hizmete amade bir hal alır: gerekirse tutunmanız için elini değil
"kolunu" uzatır: parasını alınca da "teşekkürler" eder, "hayırlar"
dilerdi... Bir çeşit hitap vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına hanımefendi
denirdi: Erkeğe beyefendi... Yaşlıca ve sakallı zata efendi hazretleri.. Erkeğe
paşam diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi: yani azınlıklar. Arabadan
inen "hayırlı işler" derdi arabacıya... Arabadan inene
"güle-güle" derdi arabacı... Bir çeşit vapur yolcululuğu vardı... Bir
çeşit dostluk: Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda.
Hemen herkesin oturduğu yer belliydi. Yerden temennalar... İçten iltifatlar...
Hal-hatır soruş... Biraz belki "riya" da vardı... Bir çeşit iltifat:
Oğul sorulurken, mahdum beyefendi denirdi. Oğuldan söz edilirken, mahdum
bendeniz... Babaya peder denirdi, anneye valide... Kızdan kerime cariyeniz diye
söz edilirdi. Peder duacınız denirdi babadan bahsedilirken... Ve muhatap her
sözü bir estaafirullahla karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin
eli... Ve duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaşdaşlarla görüşülürdü. Evde
kalanların gönülleri hoş olurdu... Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi...
"Esnaftan..." diye kınayanlar yok değildi: Belki de çoktu... Fakat
"Biz esnafız, bizde yalan yok "demeyen esnaf yoktu. Seyyar
satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili... Ürküten, can alan, uyuyanı
uyandıran ses yoktu. Ezan, namaz kılmayana bile bir "ruh sükunu" ydu
... Bir müzik vakfesi... Bir huşu anı... Sabah salası "dilkeş-i
haveran'dan, ezanı saba"dan... Öğle, ikindi, yatsı ezanları, önce
hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi, bambaşka bir
dokunuş tarzı vardı...
Mahalle kahvesinin bir çeşit
vazifesi vardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden
oraya uğrardı... Herkes birbirleriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun
iyaline, kimsesiz kadının haline orda çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı...
İlaç alınırdı... Kömür gönderilirdi. Para toplanırdı. Bunlar yollanır,
gönderilirken de: yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu
bildirilmezdi: "Akrabanızdan biri göndermiş..." denirdi...
"adını söylemedi"... Bir çeşit külhanbeylik vardı... Bir çeşit
emniyet kolu: Mahallenin namusundan mesul sayardı kendilerini
bunlar. Mahallenin bekçisine, karakoluna yardımcıydılar.
Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan... Uyanan uyanacağı zaman uyanırdı.
Geçinirdi mahalleliden bunlar... Ellerinden bir kaza çıkarsa hapishanede
mahalleli yardımcıydı bunlara... Ve üzüntülü... Bir çeşit hizmetçi kadın
vardı... Bir çeşit ev halkından olanlar: İhtiyarlayan dadı olurdu "ana
yarısı"... Genci evlendirilirdi; kocasıyla o eve bağlı kalırdı. Varlıkları
birdi, yoklukları bir... Bir çeşit yaşayış vardı... Bir çeşit huzur ve sükûn:
Sabah ezanında kalkılır... Kuşlukta işe gidilir... Gün batarken ya meyhaneye
uğranır ya eve dönülür; fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan genç,
"terliksiz" çıkardı odasına... Kimseyi uyandırmazdı... Herkesi
sayardı. Geceleyin ne korna sesi vardı ne vapur düdüğü, ne radyo haberi,
ne mahalleler arasında çocukları uykularından belinlendirip sıçratan,
sinirlileri de delirten otomobili ilân yaygarası; ne mahalle arasında
kafeterya, ne çalgılı gazino... Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir çeşit
gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören
kişiye rastlanınca, "kolay gelsin" denirdi. Bu söze muhatap olan, bir
an işini bırakır memnun olur, "eyvallah" der, yeni bir güçle işe
başlardı... Bir çeşit aşinalık vardı... Bir tarz kardeşlik: Yolda, kıble
yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük,
küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya "ilk selam veren" di. Selam,
verilen tarzdan daha da güzel bir tarz alınır... Bu rastlantı hayra yorulur...
Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi... Bir çeşit yola çıkış
vardı... Bir çeşit yola yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su
dökülürdü... "Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi
aş" demekti bu. Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce
arabacı "uğurlar olsun" derdi. Bunu duyanlar, "uğurun Hakka
olsun" sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de "uğurlar
olsun" derlerdi. Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar
eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilir. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider,
aşılır biterdi...
Bir çeşit nezaket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada
bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlaka "müsaadenizle"
der, izin alır; yer var da oturursa, "afiyet olsun" demeyi ihmal etmez,
"teşekkürle karşılanırdı. Yemeyi önce bitiren, gene oturanlara
"afiyet olsun" demeden gitmez. Bir çeşit hatır saymak vardı...
Bir çeşit insanca saygı: Toplulukta gizli konuşulmazdı. Kimsenin
sözü kesilmezdi. Bağıra bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin
sözüne riayet eder. Özüne saygı beslerdi ve bu saygı bilmeyenler pek
ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan... "Meclis bozan" denirdi onlara ve
pek nadir bulunurdu böyle kişiler... Bir çeşit hoşgörü vardı: "İnancı
inanılmasa bile hoşgörüş: ayıplananın ayıbını örtüş... İnancı ayrı olan sağsa,
gıyabında "Allah hidayet etsin" diye anılırdı. Ölmüşse "dinince
dinlensin" denirdi. Körün, sağırın yanında körlükten, sağırlıktan söz edilmezdi.
Ayıplananın yanında o ayıbını hazırlatacak sözden kaçınırdı ve böylece bir
mecliste herkesin ilk düşüncesi buydu...
Yollar tertemizdi. Ayrıca da; herkes sabahleyin kapısının
önünü sular, süpürürdü. Nasılsa yolda bir taş... Hem de küçük bir taş gören
giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşünmesine sebep olur diye
hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu. Yolda birisinin düşürdüğü küçük
bir ekmek parçası, bir simit parçası
gören eğilir onu alır. Öper, yahut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra ya bir
duvar kovuğuna ya bir ağaç yarığına kordu. "Nimet" ti ve nimete
hürmet getirirdi. Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir
mahallede tutunamazdı. Bir ölüm bütün mahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar
kalkmaz, o eve "önce kıble komşusundan" çorbasıyla, etlisiyle,
tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi... Ertesi gün sağ, sonra sol komşudan. Ve
bütün bunlara öbür komşular sırayla katılırdı, bir hafta yaslı evde yemek
pişirmek zahmeti düşünülmezdi. Sabahleyin evde ilk iş "lambanın şişesini
silmek" olurdu. Lamba şişesine hoffladıktan sonra küçük incecik bir sopaya sarılı
temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir;
üstü de silindikten sonra kenara konur; lambanın gazına gaz eklenir; fitili
temizlenir; hususi makasla kesilir; idare kandili de aynı tarzda hazırlanırdı.
Ne elektrik vardı, ne elektrik kesilmesi! Ne küçücük bu günün eğri-büğrü,
kırık-dökük mum istifi...
Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı... Pencerelerde
fesleğenler... Bahçeleri vardı her evin... Bahçelerde güller, çeşitli güller, karanfiller... Yol kenarında gecesefaları... Bir meydan vardı... Geniş güzel: Ortasında suyu
pırıl pırıl büyük bir havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve: asırlık
çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli... İkinci kahvenin sonunda tertemiz bir
lokanta... Buluşulur, oturulur, sohbetler edilir. Yemek yenilir, dinlenilirdi. Üstatlar gelirler... Şiirler okunur... İstekliler "baygın âşıklar"
gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle...
Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu
orda... Alınan verilen soluk, işitilebilirdi. Şehzadebaşı’ndan, Beyazıt'tan
giderken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Fevziye’ydi... Haftada bir musiki
âlemi kurulurdu orada. Hoca'dan Büyük Dede'ye, Büyük Dede'den Şevki Bey'e dek
nağmeler cağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı
bir söz, bir fısıltı duyulmazdı... Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para
düşürmüştü yere... Hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın
diye... Boğaz, Göksu, Haliç, Kağıthane. Kıyılardaki yalılar... Ordaki musiki
âlemleri... "Hammiğnesi" kayıklar...
Nağmeler, elemler, emeller... Bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir...
Dostluk vardı, vefa vardı; Söz vardı öz vardı;
Sükûn vardı, rahat vardı, ruh vardı, Huzur vardı, feyiz vardı, zevk
vardı, Neş'e vardı, edeb vardı, can vardı; Canan vardı, hicran vardı... Aşk
vardı... Şimdi "yol"u sormayın; bilen yok ki... Evler burunsuz...
dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin aynı... tanınmaz ki... Şoför arkadaş,
sakallıya baba... Amca; gence abi diyor. Kadın'a artık
"bayan" demeyi de unutmuş... Teyze, yenge, abla diyor. Vapurda "bildik"
yok... "Belli yer" kalmamış. Ezan artık
inanana "Aziz Allah" dedirtmiyor... adamı ürkütüyor; "Lâhavle"
dedirtiyor. Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi.. Mahalle
kahvesi hiç kalmadı. Külhanbeylik, "haraççılık" olmuş. Geceyle gündüz
belli değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini
tanımıyorlar... hepsi her gün bir olayla dertli... Elektrik muma, gaz lambasına
muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte... Çeşmeler musluksuz. Kalanların
kitabeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynu bükük zavallılar... Küllük; eğri
büğrü merdivenli, yamrı-yumru duvarlı otomobil mahşeri... Seyyar satıcı
pazarı... Çiğ renkli kilim duvarlara asılmış, Gözleri zedeliyor. Pislik
birikintileri ayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram.
Borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor ve bu "meydanlıktan çıkmış" meydanın sonunda, irfan
merkezimiz Üniversite! Çalışanın
hatırı mı sorulur... Tanıyan mı var onu? Selâm, bir "gericilik ". Hiç
böyle şey olur mu? Ne ilkel töre!.. "Uğurlar olsun" ne demek? Dense
bile yok buna karşılık veren... Masaya oturanın "afiyet olsun"
demesine şaşanlar bulunur... "Nereden tanıyor ki bu bizi" diyor
içinden ve cevap bile vermiyor...
Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor bu
gün... Yahut "ee... iii... uuı..’.’ diye inleye inleye, kesik konuşmak
moda olmuş... İnanca, dine, imana saygı değil, "sövgü" var artık.
Müzik piçleşmiş... ne Doğulu, ne Batılı, fakat şu muhakkak ki bizim değil,
değil, değil.. Ve biraz değil çok pek çok zırdeli!... Ve biz, bu ülkede artık
garibiz: "Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir..."
"Bir kadının Shakespeare'in çağında, Shakespeare'in oyunlarını yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı. Gerçek verilere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü harekete geçirip Shakespeare'in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım..."
Virgina Woolf Kendine Ait Bir Oda'sında anlatmaya çalıştığı şeyi somutlaştırmak için Judith adında hayali bir kadın kurgular. Shakespeare'in en az onun kadar zeki, yazmaya ilgili ve yetenekli kız kardeşi Judith için olası bir senaryo yazar. Woolf'un Shakespeare ile kıyas yapmasının nedeni dönemin (1900ler) edebiyat konusunda tüm gücü ve popülerliği elinde bulunduran "deha"sının Shakespeare olması. Öyle ki erkekler -George Eliot takma adıyla yazan Mary Anne tarafından bir güzel kandırıldıklarının farkında olmadan- kadınlara "Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?" diye sorarlar. Bunun cevabını Woolf uzun uzun verir kitabında. Nihayetinde en büyük eksik kadınların "kendine ait bir oda"larının olmayışıdır. Sonra kadınlara seslenir. "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" Odaları, paraları ve vakitleri olmayan kadınlar, tüm tasasızlığıyla odasına çekilip, mumunu yakıp, daktilosunda keyifli keyifli yazan erkeklerden daha az zeki değildir. Judith de ağabeyi Shakespeare'den daha az zeki, daha az yetenekli ve daha az istekli değildir haliyle. Woolf'un Judith için yazdığı hayat hikayesi o dönemde herhangi bir yazar kadının (kadın yazar değil) başına gelebilecek olası şeylerdir. Okumak ister, anne ve babası tarafından evlenmeye zorlandığında isyan eder, dövülür, evden kaçar, Londra'ya gelir, tiyatrocular tarafından aşağılanır, kullanılmak istenir, umutları söndürülür...
Kendine Ait Bir Oda'nın beni en çok etkileyen kısmı Judith'e ayrılan bu bir sayfadır. Yazmak, yazarlık, yazar kadın olmakla ilgili kendimi, çevremi, edebiyat çevresini sorgulamamı sağlayan bu kitap, beni şimdi bu satırları yazmaya, Judith'in arkadaşı olmaya zorladı. Judith'e kendimce bir oda inşa ettim. Yazabilmesi için masasına bir dolma kalem ve biraz kağıt koydum. Bir kaç tane de mum yaktım. Burada okuduklarınız Judith'in daktiloya çekilmemiş yazılarıdır.
Judith'e ne mi oldu?
"...bir kış gecesi canına kıydı ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatıyor."