Kim Bu Judith?

Çarşamba, Mart 23, 2016

Rang De Basanti



“Hayatını sürdürmenin iki yolu var; gidişata olduğu gibi göz yummak, ya da onu değiştirme sorumluluğu üstlenmek.”

Hindistan Yeni Dalgasının en bilinen yönetmeni Rakesh O. Mehra, filmlerinde izleyicilerine Hindistan hikayeleri anlatıyor. Filmlerin, “bir ülkenin ruh halini yansıttığını” belirten Mehra, 2006 yılında tam da bu sözlerine kanıt olacak bir film çekti. Eski bir sömürge ülkesi olan Hindistan’daki gençlerin kendi ülkelerine ve tarihlerine yabancılaşmalarını konu alan film yayınlandığı sene büyük bir yankı uyandırdı. Hem işlediği konu bakımından hem de kalitesiyle kendisine sağlam bir yer edinen Rang De Basanti Hindistan’ın Oscar’a açılan kapısı oldu.

Genç yönetmen Sue Mckinley’in (Alice Patten), Hindistan’ın İngiliz sömürüsü altında olduğu yıllarda subay olan dedesinin günlüklerini okumasıyla, hikaye başlıyor. Günlüklerde kendisini derinden sarsan olaylara şahit olan Sue bu defterde yazılanları herkesin duymasını ister ve bir belgesel çekmeye karar verir. Kendi ülkesinde destek bulamayan Sue, Hindistan’da yaşayan arkadaşı Sonia (Soha Ali Khan) sayesinde film için Delhi’yi seçer. Günlükte anlatılanlar Hindistan’da yaşananlar, bu olayları yaşayanlar da Hindistanın insanlarıdır. Belgeseli Delhi’de çekip, bu ülkenin insanlarıyla çalışmaktan daha doğru bir tercih olamaz. En azından Sue böyle düşünür.

Ancak sonuç tam bir hayal kırıklığıdır Sue için. Önce belgeselde oynayabilecek birilerini arar ve bulamaz. Karşısına Sonia’nın yakın arkadaşları Aslam (Kunal Kapoor), Karan (Siddharth), Diljeet (Aamir Khan), ve Sukhi (Sharman Joshi) çıktığında belgeselde onları oynatmaya karar verir. Zaten onlardan daha iyi kim oynayabilir ki? Tarihlerini onlardan daha iyi bilecek ve bunu izleyiciye hissettirecek başka kim olabilir? Sue ikinci darbeyi de yer. Bu 4 genç, kendi tarihlerinden bihaber, tarihine yabancı, ülkesine yabancı, doğduğu toprakların üzerinde artık sadece birer aylak adamdır. Dedesinin günlüğünde okuduğu, kendi ülkesinin özgürlüğü ve bağımsızlığı için canını vermeye bir an bile tereddüt etmemiş kahraman insanlardan eser kalmamıştır artık. Aslam, kendisine DJ diye hitap edilen Diljeet, Sukhi ve Karan, hayatta hiçbir amacı olmayan, hedonist, tamamen Batı’nın kültürüne adapte olmuş, tarih bilinçleri kapanmış insanlar haline gelmişlerdir. Sue için bu bir yıkım olur. Diğer yanda da gençlerin bu Batı özentiliğine ve Müslüman Pakistanlılara düşmanca karşı olan muhafazakar parti üyesi Laxman Padley (Atul Kulkarni) yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışmaktadır. Sue için bu da doğru bir yol değildir. Bu gençlerin içine tarih tohumu ekerek onların anılarını canladırmak ister. Belgeseli çekme sürecinde, okuduklarını ve bildiklerini bu gençlere anlatmaya çalışır. Delhi’ye bir yabancı olarak gelen kendisidir, bu topraklarda kendisinden daha yabancı ve kendisinden daha Batılı insanlarla karşılaşmıştır. Dedesinin hayranlıkla anlattığı kahramanları bu gençlere hatırlatmak için onları da kendisiyle birlikte geçmişe götürür.

Buradan itibaren Mehra’nın bol kahramanlık içeren, bir ulusun dirilişini anlatan tarih güzellemesi ile karşılaşıyoruz. Aslam, DJ, Sukhi, Karan, Sonia ve Laxman geçmişte, Sue’nin dedesinin günlüğündeki kahramanlar olarak karşımıza çıkıyor. Uzun, şiirsel anlatılarla ve epik diyaloglarla, bu 6 kahramanın ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele etmelerine şahit oluyoruz. Bu diyalogları ve destansı öyküleri saçma ve gereksiz bulan gençler Sue’yi her defasında hayal kırıklığına uğratıyor. Ama bu gençler tamamen apolitik olmuş değil, filmin ilk yarısında oynayacakları kahramanları çalışırken, ülkenin şimdiki halini, politikacıları, yozlaşmayı, açlığı ve fakirliği eleştiriyorlar ancak bunu değiştirmek için gereken gücü kendilerinde görmüyor, görmek istemiyorlar.

Kahramanların karakterlerini okurken, kendilerinden bir şeyler bulmaya başlayan bu 6 genç, bastığı yerleri toprak diyerek geçmeyip tanımalarını sağlayacak kıvılcımı bulamıyorlar. Bu kıvılcım acı bir şekilde geliyor. Sonia’nın hava kuvvetlerinde pilot olan nişanlısı Ajay (Madhavan) filmin ilk yarısında ülkesi için çalışan, vatanına milletine hayırlı bir genç olarak idealize ediliyor. Sue için bir örnek teşkil eden Ajay, grubun lideri ve abisi. Diğerleri, Ajay’ı örnek alıyor ancak onun gibi olmak için bir çaba sarfetmiyor, aksine onun bu yozlaşmış ülke için boşuna mücadele ettiğini düşünüyorlar. Her şeyi boşlamış bu gençliği harekete geçiren olay Ajay’ın ölümüyle başlıyor. Ajay’ın bir uçak kazasında ölmesiyle bütün grup sarsılıyor. Sadece basit bir ölüm olmayan, arkasında politik birçok oyunun döndüğü bu olay grubun fitilini ateşliyor. Filmin ikinci yarısından sonra, Aslam, Diljeet, Sukhi, Karan, Sonia ve Laxman’ın oynadıkları kahramanların karakterlerine bürünmelerine şahit oluyoruz. Ajay’ın ölümünün intikamını almak için birer kahramana dönüşen gençler bizi derinden etkileyecek ve hafızalarımıza kazınacak bir hikayenin baş kahramanları oluyorlar. Sue, bu süreçte aşık olduğu Diljeet’in ve diğerlerinin, dedesinin günlüğünde anlattığı kahramanlıklara benzer şekilde, sistemi değiştirmek için her şeylerini feda etmelerini görüyor ve onların içine ekmeye çalıştığı tohumların zaten var olduğunu, sadece yeşertilmesi gerektiğini anlıyor.

“İş, refah ve diğer dünyevi arzular beni artık cezbetmiyor. Diğer tüm ana babalar gibi, evlenip bir düzen kurmamı istediğinizi biliyorum. Ama ben özgürlüğü kendime gelin aldım.”
Filmin ilk yarısındaki, tarihe geri dönüşler, romantizm ve eğlencenin aksine filmin ikinci yarısı çok hareketli ve bambaşka bir tarzda ilerliyor. Bir filmin içine iki film sığdırmış yönetmen Mehar. Bunu izleyiciyi filmin, karakterlerin ve olayların içine iyice hapsetmek için yapıyor. Filmin ilk yarısında yozlaşmış Hindistan’ın yabancılaşmış gençlerini uzun uzun anlatıyor Mehra. İkinci yarısından sonraysa atın şahlanması gibi, bu gençler de okudukları ve dalga geçtikleri tarihin tekerrür etmesine şahit olarak o tarihin içine hapsoluyorlar.

Mehra’nın senaryoyu yazmadan önce 7 sene araştırma yapıp, Delhi’de ve Mumbai’de gençlerle konuşup onlara Bhagat Singhgibi Hindistanın özgürlük için savaşan kahramanlarını sorması sonucunda hiçbir cevap alamaması senaryonun tamamen şekillenmesine yardım etmiş. “Vatan sevgisinin bulanıklaştığını” anlayan Mehar filmin alt metnini de böylece oluşturmuş. Filme kendisinden de bazı hikayeler koymuş. Gençliğinde hava kuvvetlerine katılma isteği Ajay gibi bir kahramanı ortaya çıkarmış. Filmin bir otobiyografi olmadığını ama karakterleri yazarken genel olarak kendisinden ve arkadaşlarından esinlendiğini söylemiş. Rang De Basanti yalnızca vatan sevgisine ve özgürlük mücadelesine odaklanmıyor, aynı zamanda Hindistan’ın tarihinde çok kanlı savaşlara neden olan Hindistan-Pakistan, diğer bir ifadeyle Hindu-Müslüman çatışmasına da parmak basıyor. Laxman ve Aslam’ın karakterinde bu çatışmaya ve ortak bir amaç için bu nefretten dönülmesine yer verip, sonuçta “kardeş” olarak yaşamalarına karar veriyor Mehra.


Mehra’nın sosyo-politik altyapılı filmi çok konuşuldu ve eleştirilere konu oldu. Genel olarak olumlu eleştiriler alan film, toplumda da büyük bir yankı yarattı. Bu filmle varmak istediği hedefe ulaşan Mehra’nın başarısı elbette ödüllendirildi. BAFTA Film Ödüllerinde Yabancı Dilde En İyi Film ödülüne aday gösterildi. Filmfare Ödüllerinde en iyi yönetmen ve en iyi aktör dallarını da içeren 7 dalda ödül kazanan film, Uluslararası Hindistan Film Akademi Ödüllerinde de en iyi film ödülü dahil 4 ödüle layık görüldü. Ödülleri saymakla bitmeyen film, yabancı sinema eleştirmenleri tarafından da tam puan aldı. Rotten Tomatoes’da%83’lük skora sahip film, IMDB’de 8.4 puana sahip. L.A Weekly tarafından “cultural phenomenon” (kültürel fenomen) ve“reformist melodrama” olarak ifade edilen film Variety tarafından “tarih, politika, romantizm ve vatanseverliğin büyük bir birleşimi” olarak nitelendirildi.

*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Yeniden Bir Merhaba



Cahit Zarifoğlu'nun "Tek başına adeta bir okuldu.", 
Özdemir Asaf'ın "Aynı çağrılar içindeyiz.", Cahit Tanyol'un "Onun kitabında sağ-sol, inkılap-irtica diye kavramlar yoktu. O, bu kutuplaşmanın üzerinde insanlara bakmasını bilirdi." dediği "bir neslin ağabeyi" Fethi Gemuhluoğlu'dan, belki daha önce hiç düşünmediğimiz bir konu üzerine küçük ama anlamlı bir bahis: Merhaba!

Aylar, yıllar, vakitler geçiyor da, biz rüzgarların önündeki yapraklar misali dursuz duraksız, kan ter içinde dolanıp durmaktayız. Sonra, birden içimize bir "merhaba" şavkı düşüyor. İçimizin ışığı dünyayı sarıp sarmalayacak, kuşatacak sanıyoruz. İçimiz bir hoş oluyor, kabarıyor, dalgalanıyor... Merhabanın nuru bizi söyletiyor, dilimiz açılıyor... Bir tohum gerek, diye tutturuyoruz... Zamanca israf ettiğimiz için hiç vakit kalmayacakmış gibi telaşlı, zaman da mahluktur ve mütenahidir diye inandığımız için emin ve telaşsız öyle diyoruz. 

Bir tohum gerek, diyoruz. İnsanın içine düşmeli. Orada yeşermeli. Orada göğermeli. Orada başak tutmalı. Harmanı hasadı insanın içinde olmalı. İnsanın içinde savrulup, içinde ambarlanmalı... İnsan ona değirmen kesilmeli. Bu değirmen bizde çağılmalı...

Bu tohum bir nazardan gelmeli. Mübarek ve muazzez bir kişiden. Er bir kişiden. Bu merhaba bir dosttan gelmeli. Mübarek bir dosttan. Dost bir kişiden... Bu merhaba sıcak olmalı, sımsıcak. Doğru olmalı eğriye, gelişigüzele karşı. Alabildiğine geniş olmalı, uçsuz bucaksız; kahredici ve bunaltıcı dâr'a karşı. Bu merhaba, bir tohum olmalı. Vefasızlıklara, avareliklere, günü birliklere, iğretilere, ihtiraslara karşı.

Bu merhaba yeşermeli, göğermeli; ihmallere, ilgisizliklere, yalnızlıklara karşı.

Başak tutmalı; hiçliklere, kayıplara, karanlıklara karşı.

Harmanlara hasatlara gelince, şair diyor ki,

"Canıma ezelden bir merhaba sundu, çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim."

Şair öyle diyor. Bu selâm Hakk'ın kendisine seçtiği selâmı, merhabası olmalı.

Sonra bir başkası, o da şair. Kutlu bir dölün, bir manâ erinin merhaba bahri... Her şeyin uğruna yazılması, uğruna yakarılması, uğruna yaratıldığı Nebîyyi Zîşân'a yazılmış...

"Merhaba ey şâh-ı sultân, merhaba"

diye başlıyor. Öyle başlıyor. Dağı taşı, kurdu kuşu, otu dikeni, beşeri insanı, salt delilerle Hakk dostu Velî'leri, cümlesini, cümlenin yekûnunu dillendiriyor ve merhaba bahri oluyor. Bizim de içimize bu gurbette, bu kahırda, bu çaresizlikte, bu kimsesizlikte bir merhaba sunulsa.

Bir merhaba sunulsa da, gurbet vuslata, kahır lûtfa, çaresizlik çareye, kimsesizlik vahdete dönse. Sırlansa, nurlansa. Allah'lı olsa. "Sen olmasaydın"ın mazharı olsa. Şâh-ı Velâyet'in yolu olsa. İbtilâlara şâd ve şâdüman olsa. Kahırlara omuz silkip şükürlü olsa. Gülmenin ve ağlamanın hudutlarının dışına çıksa. Hâsılı merhaba olsa. Sıcak, sımsıcak bir merhaba olsa. İçimizi sarsa. Yorgunluğumuzu alsa. Bizi yusa yıkasa. Arı ve pâk kılsa... Sonra her şeye yeniden başlayabilsek. Çocukluklara, aşka, duaya, niyaza, teslimiyete, küfre, sabra, şekvâya, îmana... Dönüp dönüp Hakk'a gelmeye. Sıratı müstakimden, yılların yolundan Hakk dosta gelmeye. 

Merhaba'ların has sahiplerinden yahut tek sahib'in has kullarından biri diyor ki,

"Biz her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası"

Bizim Yunus öyle diyor. Merhaba diyor. Yerinde saymanın esirliğini salıyor, azad ediyor. Nefis köleliğinin zünnarını kesiyor. Sonra yine merhaba diyorlar. Bu defa kınamalara karşı diyorlar. Horlanıp itilmelere, azarlanıp kakılmalara karşı diyorlar. Merhaba ol cihetden tulû ediyor. Konya nam şehirde, Kâ'betüluşşâk'ta, eşiğine yüz sürülesi,

"Yüz defa tövbeni bozmuş olsan bile, bize gel"

diyor. Bu Mevlânâ'nın merhabasıdır. Merhaba kapısını ardına kadar aralıyor. Kapısız ediyor. Cemâl kapılarını, nur kapılarını, bereket kapılarını, ihsan ve af kapılarını açıyor. 

Sonra, dem-i Mısrî geliyor. Ol cihete dönülüyor.

"Bu Niyâzî'den de Mevlâ görünür."

diyor. Merhabada yanıyor. Merhabada tebahhur ediyor. Merhaba ile bir oluyor. Hem-vücud oluyor. Hem-zebân oluyor. Hem-gönül oluyor. 

Sonra, yine muhtelif yönlerden tecelliler oluyor. Gelenler geliyor.

Daha sonraları bir garib âdem geliyor. Seyrangaha çıkmıştır. Adına Seyrânî diyorlar.

"Kelb iken kelb yavrusundan geçmiyor."

diyor. Merhaba'nın sahibi de geçmez diyor. Bizden demiyor, ayrılık gayrılık olmasın için. Ben sen tefrîki kalsın ara yerden diye.

"Kelb iken kelb yavrusundan geçmiyor
Hakk Seyrânî'sinden geçer mi bilmem" 

diyor. 

Sonra, yine yol yol merhabalar deniyor. Ezelden denen merhaba, ebede taşınıyor. Yolculuk budur. Yol budur. Erkân budur. Kutsal emânet merhaba'dır.

Sözü düğümleyip biz dahi diyelim ki"gamlanma gönül gamlanma", merhaba insanadır. Merhaba, sahibinin kendisine merhabasıdır.


Fethi Gemuhluoğlu, Arapgir Postası, 14 Mart 1958

Salı, Mart 22, 2016

Dostluklar İçin Yirmi Altı Cümle



Yıldızlı Atlas'ımdan. 

Yüz yüze dostluklar vardır. 
Güneşle ayçiçeğinin dostluğu, böyle bir dostluktur mesela. Ayçiçeği sabahtan akşama kadar hiç ayıramaz yüzünü güneşten.

Uzak dostluklar vardır. 
Denizlerin ortasındaki bir adayla, dağların arasındaki bir göl, birbirlerinin uzak dostudurlar. Dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler birbirlerine.

Sessiz dostluklar vardır. 
Dilsiz bir adamın elleriyle, dilsiz başka bir adamın elleri arasında sessiz bir dostluk oluşur. Her şeyden konuşur sessizce bu eller.

Zorunlu dostluklar vardır.
Pazarla pazartesinin dostluğu gibi. Pazar ağır bir gündür, pazartesi hızlı bir gün. Ayak uyduramazlar birbirlerine. Ama dost olmak, yan yana durmak zorundadırlar.

Uzun dostluklar vardır. 
İkindi güneşinin altında uzayan gölgeler birbirine kavuşurlar ve uzun boylu bir dostluk oluşur aralarında. 

Günün birinde ölen dostluklar vardır.
Kanuni Süleyman'la İbrahım Paşa'nın yıllar süren dostluğu, bir gün bıçakla kesilir gibi kesilivermiştir ortasından. Hatta sonra Kanuni Süleyman ölmesini ister İbrahim Paşa'nın. Ve hatta yerine getirilir bu isteği, Kanuni Süleyman'ın.

Vakitsiz dostluklar vardır.
Bir peçete, bir kağıt mendil vakitsizce dostu olur gözlerinizin...

Zaten varsa dostluklar vardır sadece.
Ekmek gibi, su gibi tanıdık geliyorsa size biri; o sizin dostunuzdur.

Bakımsız dostluklar vardır bir de.
Ama n'olur olmasın bakımsız dostluklar!

Burhan Eren


Pazartesi, Mart 21, 2016

Biraz Şiir



"Ne şairlermiş diye bağırdım, insanın alacakaranlıkta yaptığı gibi yüksek sesle, ama ne şairler!" -Virginia Woolf

Bugün Dünya Şiir Günü.

İnsanlara hediye aldırmak için uydurulan onlarca saçma güne karşın, Dünya Şiir Günü iyi ki var. Bugün birbirimize şiir hediye edebiliriz değil mi? Hem hangi şatafatlı hediye mütevazi bir şiirin yerini tutabilir ki?

Bugün çok şiir okudum. Virginia Woolf'un dediği gibi "Ama ne şairler!" dedim içimden. Şiir "dinlemeyi" hiç sevmiyorum. Şairlerin kendi seslerinden olmadıkça hiçbir şiir anlam kazanmıyor başkasının ağzında. Üzerine şair ceketi atmış olanları ayrı tutuyorum tabii. Nâzım şiirlerini Nâzım'dan daha güzel okuyan biri varsa o da Genco Erkal değil mi? O yüzden bazı şiirler kafamda şairiyle değil de onu okuyanla kalıyor.

Bir şiiri alıp onu kulağımıza üfleyen başka bir şair tanıyorum. Kameranın arkasında bir çift göz var ama filmin sahibi koca yürekli bir şair. Siz Onur Ünlü deyin ben Ah Muhsin Ünlü diyeyim.

Bugün Ülkü Tamer'in şiirini okurken kulağıma Fikri Şemsigil'in sesi çalındı. Yunus Emre okurken Şevket'le Heidegger okuyan Kedi'yi hatırladım. En güzel şiir Allah'ın sözleridir, onu duyan birinin ruhu temizlenir. Musa Rami de duymuştu onları. Sonra Shakespeare okuyan Cemal'i düşündüm. En sonunda şiir okumayan Dilek'e kızdım içten içe. Bugün Ah Muhsin Ünlü'nün şiir gibi filmleri ile kutladım Dünya Şiir Günü'nü.


"Çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen!"



- Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar.
-Yunus büyük şair be!



"Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."



"Yarayla alay eder yaralanmamış olan."



"Belli senin şiir falan okuduğun yok. Eğer şiir okusaydın bilirdin ki âşık adam sınanmaz."

Pazar, Mart 20, 2016

The Man in the High Castle




Philip K. Dick’in kaleme aldığı The Man in the High Castle alternatif bir tarihi anlatan Hugo ödüllü bir roman. 1 Ocak 1962’de ilk baskısını yapan kitap Axis devletlerinin 2. Dünya Savaşı’nı kazandıkları bir dünyayı anlatıyor. Roman her ne kadar yavan ve yarıda kalmış olsa da Nazi Almanyası ve Japonların tüm dünyaya hakim olduğu distopik bir dünyayı okumak heyecan verici. Bu heyecanı ikiye katlayan haber Amazon.com’un, Blade Runner’ın yönetmeni Ridley Scott ve X- Files’ın yönetmeni Frank Spotnitz’in yapımcılığında The Man in the High Castle’ın uyarlanacağını duyurmasıydı. Frank Spotnitz’in yönetmenliğini üstlendiği dizi pilot bölümünü 15 Ocak 2015’te Amazon üzerinden yayınladı. Amazon’un en çok izlenen pilot bölümü olan The Man in the High Castle 20 Kasım 2015’te 10 bölümlük bir dizi halinde izleyicileriyle buluştu.

Dizi kitapla paralel gitmiyor. Zaten süreklilik içermeyen bir hikaye kurgulayan Dick’in yalnızca fikrini uyarlıyor Spotnitz: 2. Dünya Savaşı’nı Mihver devletleri kazansaydı ne olurdu? Spotnitz kitapta olan karakterlerin yanına başka eklemeler de yapıyor ve böylece Dick’in anlatmaya çalıştığını biraz daha ileri taşıyor. Zaman olarak 1962 yılına işaret ediliyor. 2. Dünya Savaşı’nın kazanılmasının üzerinden uzun zaman geçmiş. Savaşı Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası ve Japon İmparatorluğu kazanmış ve Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük bir kısmını Nazi Almanyası, diğer kısmını da Japonlar işgal etmiş. San Francisco merkezli Japon Pasifik Devletleri burada Nazilerin Gestapo’suna benzer Kempeitai asker-polis gücünün etkili olduğu bir yönetim kurmuş. Nazi Almanyası ise New York merkezinde Büyük Nazi İmparatorluğu olarak hayatına devam ediyor. İki ülke arasında Neutral Zone denilen Canon City merkezli bir Tarafsız Bölge oluşturulmuş. Pek tabii Almanya sanayisini geliştirmiş, teknolojik olarak ilerlemiş, uçaklar ve jetler ile yolculuk ederken, Japonya henüz teknoloji devrimini gerçekleştirmemiş, geleneklerine bağlı, silah ve sanayi olarak güçsüz, gemilerle yolculuk eden bir İmparatorluk olarak kalmış. Hitler hastalıklarla boğuşuyor ve ölmesi yakın. Ölmesini isteyenler kadar istemeyenler de var. Hitler ölürse onun kurduğu sözde Alman-Japon dostluğu yıkılacak ve Almanya Japonların sahip olduğu toprakları da ele geçirecek. Buradan siyasi çekişmelere uzanıyor dizi. Nazilerin yönetimindeki çıkar savaşları, savaş çıkmasını istemeyen Japonlar, Nazilerin içindeki hainler, Japon-Nazi soğuk savaşı ve tabii ki olmazsa olmaz bir Direniş.

İki ülke arasındaki içten içe kızışmaya başlayan soğuk savaşa, Nazi Almanyasının diktasına ve Kempeitai’nin şiddetine baş kaldıran bir Direniş var. Direniş’in en büyük güç kaynağı ise Yüksek Şatodaki Adam tarafından toplanan ve dağıtılan film kasetleri. Yüksek Şatodaki Adam’ın kim olduğu büyük bir muamma. Bu film kasetlerinden birini götürmesi için görevlendirilen Trudy Walker, Kempetiai tarafından, kasetleri teslim ettiği üvey kardeşi Juliana Crain’in (Alexa Davalos) gözleri önünde öldürülür. Juliana kasetleri izlediğinde büyük bir şok geçirir. Kasetlerdeki filmler, 2. Dünya Savaşı’nı Müttefiklerin kazandığı bir dünyayı göstermektedir. Sevgilisi Frank Frink’e (Rupert Evans) gösterdiğinde, umduğu karşılığı bulamaz. Yahudi asıllı olması nedeniyle zaten büyük bir tehlike altında olan Frank, filmlerin gerçek olamayacağını söylese de Juliana için kardeşinin ölmesine sebep olan bu filmler büyük bir anlam taşımaktadır. Trudy’nin bu kasetleri Canon City’deki Tarafsız Bölge’ye götüreceğini ve orada Direniş’ten biriyle görüşeceğini öğrenen Juliana kasetleri alıp Trudy’nin yerine geçerek Canon City’ye gider. Burada Direniş’ten olduğunu söyleyen Joe Blake (Luke Kleintank) adında genç bir adamla tanışır. Joe Blake aslında Nazi olan babasının görevini devam ettiren, Obergruppenführer General John Smith’in (Rufus Sewell) altında çalışan bir Nazi ajanıdır. Onun da görevi filmleri toplayıp üstlerine götürmektir. Burada buluşması gereken kişiyi bekleyen Juliana ve ona yardımcı olmaya çalışan, aslında onu kullanan Joe Blake dışında filmlerle ilgilenen başkaları da vardır. Bu filmin yayılmasını istemeyenler…



Dizinin en dikkat çekici karakterlerinden biri, kitapta da önemli bir yerde duran Japonya Ticaret Bakanı Nobusuke Tagomi (Cary Hiroyuki Tagawa). Japonların “Wa” dedikleri “peace and harmony’nin” (barış ve uyum) simgesi olan Tagomi Nazilerin acımasızlığı ve Kempetiai’ın baskısı arasında sonuna kadar barıştan yana duruyor. Dizide Amerika’nın kültürünü sömüremedikleri gibi, onların geleneklerini devşirmekten geri durmayan Almanlar ve Japonlar’ın bir kısmına karşın Tagomi Japon kültürünün estetik yönüyle buluşturuyor bizi. Kempeitai’nin acımasız müfettişi Kido (Joel de la Fuente) da Japonların savaşçı yönünü temsil ediyor. Yalnızca Tagomi, yardımcısı Kotomichi ve müfettiş Kido’da gördüğümüz bu güzel tarihsel ayrıntılar dizinin en büyük eksiği. Dünyanın büyük çoğunluğunu işgal eden Almanlar dizide İngilizce konuşuyor. Japon Ticaret Bakanı ve Japon Prensesin ikili konuşmaları dahi İngilizce’den yana oluyor. İşgal edilen Amerika’da şehir adlarının aynı kalması da cabası. Yine de gökdelenlere asılan Nazi bayrakları, birbirlerini “sieg heil” ve “heil hitler” diye selamlayan Amerikalı askerler, sisli puslu Golden Gate Köprüsü ve Amerika güzel görüntülerin yakalanmasına ve distopik dünyanın içine girmemize yardım ediyor.

Hikaye oldukça yavaş ilerliyor. Ancak bunun bir aksiyon dizisi olmadığı aşikar. Soğuk Savaş dönemlerinin gerilimli havasının yaratılmaya çalışıldığı belli. Bu ortam, karanlık görüntüler, kirli insan yüzleri, puslu havalar ve tüm bölümlere hakim olan gri atmosfer ile sağlanıyor. Durağan senaryo bir sonrasında ne olacağını merak etmemize engel değil. Oyuncuların hayat verdiği karakterler donuk ve hissiz. Spotnitz duyguları da işgal edilmiş bir toplum mu yaratmaya çalışmış bilemiyorum ama bu dizide o kadar acıya rağmen yeteri kadar gözyaşı yok.

Kitapta yer almayan ama dizinin olmazsa olmazı haline gelen bir karakter var: Obergruppenführer General John Smith. Baştan ayağa Amerikalı olan bu adam zekası, itaati ve sadakati ile –maalesef- sempatimizi kazanan bir Nazi askeri oluyor. Bu rol için seçilen Rufus Sewell, Spotnitz’in hedefi on ikiden vuruşu.

Bu devran böyle gitmeyecek tabii ki, Nazilerin arasında da gidişattan memnun olmayan, ellerindeki kanı temizlemeye çalışan insanlar var. Bunların etkili olup olmadığını muhtemelen ikinci sezonda göreceğiz. İkinci sezona yeşil ışık yakarak final yapan dizi birçok soru işaretiyle bitiyor. “Amerika savaşı kazanmasaydı, bakın ne kadar kötü durumda olurduk” gibi bir tavra sahip olmayan dizi bu yönden de endişeleri gideriyor. İkinci sezondan beklentim, üç beş kişiyle anlatılan koca bir Direniş’e daha çok yer verilmesi, soğuk savaş atmosferinin içine biraz da duygusallığın, insancıllığın katılması, Almanların hakim olduğu bir dünyada daha fazla Alman oyuncu görmek, kartal yuvasındaki Hitler’i ve onun etrafında dönen entrikaları daha fazla izlemek, dünyanın diğer yerlerinde neler olup bitiyor bunların da anlatılması. Dizi madem kitapla paralel gitmiyor, Spotnitz biraz daha yaratıcı olabilir. Senaryonun aşırı Amerikan oluşunu bir kenara bırakırsak, televizyonun altın çağı denilen bu dönemde, Amazon'un diğer dizileri gibi güzel ve heyecanlı bir dizimiz daha oldu.

*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.


Perşembe, Mart 17, 2016

Başkalarının Acısına Bakmak

"Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?"

diye soruyor Susan Sontag "Başkalarının Acısına Bakmak" adlı kitabında. 21. yüzyılın evrim geçirmiş vahşetinde yaptığımız şey tam da bu: Başkalarının Acısına Bakmak. Eğer şiddeti yaşayan biz değilsek/bizden biri değilse, Sontag'ın dediği gibi hepimiz birer "dikizci"yiz.

2003 yılında yazdığı bu kitap, savaş ve dehşet fotoğrafları ve bu fotoğrafların anlatmak istediğini görmemiz açısından önemli. Ama bundan da önemlisi, Susan Sontag lafını hiç esirgemeyerek insanlık dersi veriyor. Sontag'ın atıfta bulunduğu fotoğraflar ünlü fotoğrafçılar tarafından çekilen ve bir dergide, gazetede görebileceğimiz, savaşın tam ortasında (?) ya gerçek ya da kurgulanarak çekilmiş fotoğraflar. Ernst Friedrich, Huynh Cong Ut, ve Robert Capa gibi ünlü savaş fotoğrafçılarının çektiği fotoğraflar bir başyapıt gibi orada duruyor. Gerçek de olsa, kurgu da olsa savaşın fotoğrafları onlar. 2016 yılında ise her şey daha karmaşık. Savaş fotoğrafçılığı bir meslek ama alaylısı da çok. Sosyal medya da işin içine girdi mi savaşın en acı yüzünü gösteren -gerçek mi değil mi hiçbir zaman bilemeyeceğimiz- fotoğraflarla neredeyse her gün karşılaşıyoruz. Bunlar siyah beyaz değil, sansürlü değil, kanlı ve çıplak. Bunların üzerine uzun uzun düşündüm. Yitirdiğimiz gerçeklik duygusu, şiddete alışmak, vahşete bakmak/bakamamak, bu fotoğrafları "herkesin" görüyor olması, çocuklarımızın gözlerini kapayamıyor oluşumuz, şiddet görüntülerinin yarattığı şok etkisinin gitgide azalması, bu şok etkisinin ne işe yaradığı, bu görüntüler olmasa neyin değişeceği, olduğunda neyi değiştirdiğimiz... Susan Sontag aklımdaki tüm bu soruların cevabını verdi. Kitabı belki teknik açıdan fotoğrafçılık/savaş fotoğrafçılığı üzerine olabilir ama ben daha çok insani tarafından baktım. Kameranın arkasındaki değilim, önündeki de değilim, dışarıdan biriyim ben, bir "dikizci"yim.

Robert Capa - İspanya İç Savaşı - Falling Soldier


Peki bu fotoğraflar bize ne anlatmak istiyor?

Öncelikle kitabı okurken aklımda tuttuğum önemli bir şey vardı. Savaş fotoğrafları neyi kapsıyor sorusunun cevabını verdim kendime. Vietnam Savaşı, İspanya İç Savaşı, Hiroşima, İkinci Dünya Savaşı, Irak Savaşı, Bosna, Gazze, Afganistan vs. bu savaşlarda çekilen fotoğraflar savaşın "ta kendisinin" fotoğraflarıydı. Bu savaşları yaşayanlara çok yakın ama bize çok uzak fotoğraflar. Savaştan anladığım da iki silahlı grup arasında olan değil -çünkü burada savaş suçları değişmese de kurallar değişiyor-, arada herhangi bir eşitliğin olmadığı savaşlar. Sivil, masum halka yönelik insanlık dışı, hukuk dışı, etik dışı yürütülen savaşlar. Sadece fiziksel şiddet ve vahşet içeren de değil, psikolojik şiddet fotoğrafları/görüntüleri de dahil buna. Şimdi savaşların genelde böyle olduğunu düşünürsek, bir savaş görmemiz için çok uzağa gitmemiz gerekmiyor. Ve savaş fotoğrafları artık şiddet ve vahşet fotoğraflarına evriliyor. Kitabı okurken aklımda tuttuğum şey buydu: Şiddet ve vahşet fotoğraflarının her türlüsü.

Susan Sontag'ın savaşla ilgili tutumu açık:

"Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder."

Tüm savaş fotoğrafları çok önemli bir şeyin kanıtıdır: Savaş suçları. Zaten böyle olmasa o fotoğrafın sıradan bir manzara fotoğrafından farkı olmaz. O yüzden üzerinde "düşündürür" bu fotoğraflar. Bakıp geçmeyiz, fotoğrafta gösterilen sahneyi canlandırırız kafamızda. Öncesini ve sonrasını. Vietkong generalinin vurulmadan birkaç saniye önceki fotoğrafı -kurgu bile olsa- üzerinde uzun uzun düşünmemize yol açar. Bu açıdan Sontag'a göre savaş fotoğrafları "tefekkür nesneleri"dir.

"Tefekkür nesneleri olarak vahşet görüntüleri birçok farklı ihtiyaca karşılık verebilir: İnsanın zayıflığa karşı daha dayanıklı olmasına yarayabilir, insanın duyarlılığının körelmesine yol açabilir, insanı bazı şeylerin düzeltilemeyeceğini kabullenmek zorunda bırakabilir."

Eddie Adams - Vietkong execution - Saigon (Vietnam)


Fotoğrafların bizim üzerimizde bıraktığı etki budur. O fotoğrafta gösterilen dehşetle ilgili herhangi bir şey yapamayacak durumdaysak bizi acı bir çaresizliğe sürükler. Bu çaresizliğimiz dakikalar sonra yok olacaktır. Birinci, ikinci fotoğrafta yaşadığımız irkilme, acıma, kızgınlık, beşinci, onuncu fotoğrafta yerini belki sadece bir iç çekmeye bırakacaktır.

"Herhalde acının en akıl almaz ve aşırı boyutlardaki görüntülerine gözlerini kırpmadan bakabilecek insanlar, sadece o acıyı hafifletmek için bir şeyler yapabilecek konumdaki ya da o resimden bir şeyler öğrenmeye niyetli kişiler olabilirler. Onların dışında hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer dikizciyiz."

Bu fotoğrafların kanıt olma, savaş suçunu belgeleme ve insanları gerçekle yüzleştirme gibi bir misyonu var. Eğer şanslıysak (!) ve savaşın içine doğmadıysak, yerimizden sürülmediysek, en yakınlarımızı kaybetmediysek, kolumuz, bacağımız kopmadıysa, okulumuzdan, evimizden, hayatımızdan olmadıysak bu fotoğraflar bizi başka hayatlarla yüzleştirir. Başkalarının acısına bakarız.

"Sakatlanıp parçalanmış bedenlerle ilgili fotoğraflar, ... , savaşın kötülüğünü çıplak gözle seyrettirmeye yarayabilir ve kısa bir süre için de olsa, hiç savaş deneyimi olmayanları, gerçekliğin küçük bir dilimiyle yüzleştirmekte kullanılabilir."

Fotoğrafların oluşturduğu "farkındalığın" kurgusal olduğunu söylüyor Sontag. "Kan varsa iş yapar." düsturuyla basılan fotoğrafların gösterilme, etkileme ve unutma süreci çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşiyor.

"Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen, savaşlarda biriken acıların farkında olmak bu anlamıyla kurgusal bir farkındalıktır. Acı görüntüleri öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir."

"Başlarından savaş deneyimi geçmemiş insanların savaşı kavrayış biçimleri, şimdilerde esasen bu görüntülerin etkisiyle belirlenmektedir."

Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor Sontag. Bir yanda -izlettirmenin, harekete geçirmenin, nefret uyandırmanın işe yarayacağını düşünenler tarafından- tüm dünyaya izlettirilen savaşlar, diğer yanda da üstü örtülen, ses çıkarılmayan, görüntülerin birilerini zora sokacağı savaşlar var.

Bu yüzden "Resimlerin uyandırdığı acıma ve iğrenme duyguları sizi hangi resimlerin, hangi zulümlerin, hangi ölümlerin gösterilmediği sorusunu sormaktan alıkoymamalıdır." diyor Sontag.

Çünkü, "Amerikan gücünün sayısız düşmanına karşı tek denetimli savaşların yürütüldüğü bir çağda, halkın neleri görüp neleri görmemesi gerektiğini belirleyecek politikalar üzerinde hala uzun uzun kafa yorulmaktadır." Burada Amerika diyor ama pek çok özne yerleştirilebilir bu cümleye.

Schindler's List


Buradan biraz daha günümüze gelerek savaş ve dehşet fotoğraflarının geldiği boyutu gözler önüne seriyor Sontag. Savaşların canlı canlı izlettirildiği bir zamanda, bir "an"ın değil de, anlardan oluşan hareketli görüntülerin etkileyiciliği şüphesiz daha farklı. Artık "gerçeklik" anlayışımız da değişiyor çünkü. Fotoğrafların ve görüntülerin gerçekliğinden kuşku duydukça, daha gerçek, daha acı, daha dehşetengiz fotoğraflara sulanıyor ağzımız. Daha şiddet dolu bir görüntü görmedikçe sesimiz de çıkmıyor.

"Kameralar çağında gerçekliğe yönelik yeni talepler söz konusudur. Gerçek olan şeyin yeterince korkutucu olmayabileceği düşünülürse, bu izlenimin pekiştirilmesi, hatta daha inandırıcı biçimde yeniden kurgulanması gerekebilir."

"Fotoğrafların suçlayıcı, muhtemelen de davranışları değiştirici bir içerik kazanması için mutlaka şok edici bir tarafının olması gerekir."

"Vahşet dediğimiz şey, savaş suçu dediğimiz olay, fotografik kanıtlar sunulması beklentisiyle bağıntılıdır. Bu tür kanıtlar genellikle olayların tozu dumanı dağıldıktan sonra ortaya çıkarlar; bir tür kalıntılar gibi. Zaten sonradan berraklaşan gerçeklik, genellikle kıssadan hisselerin en vurucu olanıdır."

Fotoğrafların arkasındaki anlamı ve sürecin nasıl işlediğini anlattıktan sonra artık bu dehşet fotoğrafları ile dikizleyen arasındaki bağı açıklıyor Sontag.

"Peki, bütün bu resimleri sergilemenin yararı nedir? Öfke uyandırmak mı? Kendimizi kötü hissettirmek, yani üzüntüye ve dehşete boğmak mı? Yas tutmamıza yardımcı olmak mı? Vahşetin bugün cezalandırılması mümkün olmayan uzak geçmişte kaldığı dikkate alındığında, böyle resimlere bakmak sahiden gerekli midir? Bu resimleri gördüğümüzde daha iyi mi olacağız? Onlar bize gerçekten bir şey öğretirler mi? Zaten bildiğimiz şeyleri doğrulamaktan öte ne anlamları vardır?"

Bu soruları biraz ironik, biraz sahici yöneltiyor okuyucuya. Araya bir parantez açarak dikizcileri ele alıyor. Bu fotoğraflara bakmak için can atan bizleri. Fotoğrafların gerçekliğini sorgulamadan ya da fotoğrafta yaşanan acıyı, dehşeti yalnızca bir saniye -belki- önemseyip, artık o fotoğrafı kullanmak, paylaşmak ve dağıtmak ne işimize yarıyorsa, onu yapmak.

"Tüyler ürpertici bir araba kazasının yanında, akıp giden bir otoyol trafiğini yavaşlatan etkenin sadece merak olmadığını herkes bilir. Birçok insan için ıstırap verici bir şey görme isteğinin çekiciliği de aynı derecede kuvvetli bir etkendir."

William Hazlitt'in alıntısını bir not olarak düşer. "Niçin gazetelerde durmadan korkunç yangınlar ve şok edici cinayetlerle ilgili haberler okuyoruz? Çünkü 'fesatlık tutkusu', zulmetme tutkusu, insanoğluna sempati duygusu kadar doğal gelmektedir."

Bu acılar hep uzaktaki acılardır. Biz'den olmayan, bize uzak. O yüzden bakmamız daha kolaylaşır. Dolayısıyla aklımızdan çıkarıp atmamız da.

Gohar Dashti - İran - Today's Life and War


"Bu benim başıma gelmiyor", "Ben hasta değilim", "Ben ölmüyorum", "Ben bir savaşta kapana kısılmış değilim"; insanların, başkalarının çileleri hakkındaki düşünceleri akıllarından defetmeleri normal görünmektedir."

"İnsanlar oldukları yerde kendilerini güvende hissettiklerinde başkalarına karşı kayıtsızlaşırlar."

Bu fotoğrafların sayısı ve yoğunluğu gitgide arttıkça farkındalığın ve duyarlılığın boyutu da değişiyor. Şiddet fotoğraflarını sadece gazete ve dergilerde değil, vakit geçirmek ve eğlenmek için gezindiğimiz sosyal medyada 15 yaşındaki bir çocuğun paylaşımında da görebiliyorsak, bu tür fotoğrafların gerçekliği bizi ne kadar etkileyebilir? Fotoğrafın gösterdiğini mi yoksa 15 yaşında bir çocuğun bu dehşet fotoğrafa erişebilmesinin yol açacağı sorunları mı düşünmemiz gerek?

"Kitle kültüründe kabul edilebilir şiddet ve sadizmin düzeyi giderek artmaktadır. Kırk yıl önce burun kıvrılarak ve tiksintiyle irkilerek bakılan şeyler artık bütün çocukların gözlerini bile kırpmadan izledikleri görüntülerdir."

"Yeni teknolojiler bizi dur durak bilmeyen bir bombardımana tutmaktadır. Ve biz kayıtsızca izlemeye devam ettikçe onların da bize felaket ve vahşet görüntüleri yağdırmaya devam edeceklerinden şüphe edilmemelidir."

"İçerikle, daha düşünceye temellenen bir bağ kurmak belli bir farkındalık yoğunluğu gerektirir. Bu da medyanın parçalayıp bir araya getirdiği görüntülerle zayıflatılmış olan, içeriği boşaltılmış, dolayısıyla duyguların da ölümüne katkıda bulunan bir farkındalıktır."

Susan Sontag şu an benim desteklediğim bir düşünceyi, fotoğrafı etkileyen iki yaygın fikir olarak sunuyor. Birincisi "halkın ilgisini medyanın ilgi gösterdiği şeylerin, yani görüntülerin yönlendirdiği", ikincisi de "görüntülere doymuş bir dünyada gerçekten önemli olan şeylerin etkisinin giderek azaldığı". Tam da böyle düşünüyorum. Medya manipüle edilebilir bir şeydir ve aynı zamanda manipüle etme gücü de yüksektir. İnsan zihni "sorgulama" seçeneğinden vazgeçerse kolayca yönlendirilebilir, değiştirilebilir. İnandığımız değil de "inandırıldığımız" gerçeklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Görmediğimiz şeye inanmadığımız bir zamandayız. Bir şeyin bizim dikkatimizi çekmesi için "seyirlik" olması gerekiyor. Ama gördüğümüzün gerçek olup olmadığı önemli değil. Bu yüzden burada gerçekleşen bir şiddet olayının kanıtı, başka bir yerde gerçekleşmiş şiddet olayının fotoğrafı oluyor. Bu "yalan" kanıtlar sunan görüntüler sandığımız kadar az tehlikeli de değil. "Bu süreçte yıpranan şey aslında gerçeklik duygusudur." diyor Sontag. Bir duygu olan gerçeklik yıprandıkça, gerçek olan için harekete geçme şansımız da sıfıra düşüyor. Gerçekle yalanın bu kadar iç içe geçtiği bir zamanda duyarlılığımız da gitgide azalıyor.

Sergey Ponomarev - Yunanistan Lesvos - Syrian Refugees


Daha az duyarlı hale gelmemizin önemli bir başka nedeni de bizim büyük çaresizliğimiz. Bir dehşet fotoğrafı karşısında en çok sarsılan insanda bile eğer yapabileceği bir şey olmadığı düşüncesi yerleşirse, o zaman o fotoğraf da saniyelik bir şok etkisi bırakarak yok olup gidiyor.

"İnsanların dehşet manzaralarına karşı daha az duyarlı hale gelmelerinin sebebi, bir savaşın böyle tepkilerle durdurulabileceğine inanılmamasıdır. Oysa şefkat, zaten istikrarsız, gelgeç bir duygudur. Eğer eyleme dönüştürülmezse yok olup giden bir duygudur. Burada sorun, uyandırılmış, ayağa kaldırılmış duyguların, aktarılmış olan bilgilerin nasıl eyleme dönüştürüleceğidir. 'Bizim' yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığı, ayrıca 'onların' da yapabileceği bir şey olmadığı duygusu yaygınlaşırsa, o zaman insanlar böyle haberlerden sıkılmaya, giderek tepkisizleşmeye ve iyice atalete kapılmaya başlarlar."

"Ne kadar çok sempati duyarsak, acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığı duygusuna kapılmamız da o ölçüde kolaylaşır. Sempatimiz, acizliğimizin yanı sıra masumiyetimizin de ilanıdır."

Susan Sontag'ın sonunda nereye varacağını merak ettim. Çünkü ortada iki seçenek var: Birincisi, bu görüntülerin bir bombardıman halinde devam etmesi -ki günümüzde olan bu; Susan Sontag da muhtemelen bu günleri öngörerek bir sonuca varmıştır-, ikincisi de dehşet ve şiddet görüntülerini ortadan kaldırmak. Ortada bir yerde, bir denetimin olması, en azından bu görüntülerin çocukların ulaşamayacağı bir yere kaldırılması mümkün bir seçenek gibi görünmüyor.

"Vahşet ve kıyım görüntülerinin miktarı azaltılsın, haftada bir mi yayınlansın yani? Daha genel bir bakışla, üzerinde çalıştığımız bir görüntüler ekolojisi yaratılması mı arzulanıyor? Oysa, görüntüler ekolojisi diye bir şey olmayacak. Ayrıca Medya Gardiyanları'ndan bir heyet kurulup, böyle bir kurulun görüntülerin şok etkisi her daim taze kalsın diye ince dehşet ayarları yapmakla uğraşacağını da kimse iddia edemez."

"Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı, cehennem ateşinin nasıl söndürüleceği konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize. Yine de, başkalarıyla paylaştığımız şu dünyada, bazı insanların, insanların kötücüllüğü ve sapkın yanlarının ne denli ıstıraplara yol açtığını bilmesi ve bu konuda görüşlerini derinleştirmesi kendi içinde hala olumludur."

"Bırakın vahşet resimleri hayalet gibi etrafımızda dolansınlar. Onlar yalnızca basit araçlar olsalar ve işaret ettikleri gerçekliğin büyük kısmını kapsamaları mümkün olmasa bile, hala hayati bir işlevi yerine getirmektedirler. O görüntüler bize şunu söyler: İşte bu, insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekler, yapmaya gönüllü olabilecekleri şeyin resmidir. Bunu unutmayın."


Emad Samir - Bath Time Gaza




Bu tür fotoğraflardan ve görüntülerden kaçmanın, kanal değiştirmenin, bakmamanın bir duyarsızlık göstergesi olmadığının da altını çiziyor Sontag. En azından bir filtreye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Şiddete alışmamak, şiddeti gündelik hayatın bir parçası haline getirmemek, farkındalık ve duyarlılık eşiğini yükseltmemek ama en önemlisi de gerçeklik duygusunu yitirmemek için bakmayı tercih ettiğimiz görüntülere dehşet ayarını kendimiz yapabiliriz.

Sontag dehşet fotoğraflarının bu şekilde devam etmesine karar veriyor ama fotoğrafların anlatması gerektiği şeyi ve misyonunu özellikle vurguluyor. Bu fotoğraf 1 dakika şefkat göstereceğin ve sonra unutup gideceğin bir fotoğraf olmamalı.

"Böylesi görüntülere, devlet gibi yerleşik güçlerin yol açtığı kitlesel acılara karşı duyarlı olmak, bunlar üzerinde düşünmek, bunlardan ders çıkarmak ve bu haksızlıkları rasyonelleştirmeye yönelik çabaları irdelemek için çıkarılmış bir davetiye olmaktan öte bir anlam yüklemek kesinlikle yanlıştır: Bu nitelikteki bir fotoğrafın gösterdiği tabloya kim(ler) sebebiyet vermiştir? Bundan kim(ler) sorumludur? Bu akibet affedilebilir bir durum mudur? Böyle bir sonucun ortaya çıkması kaçınılmaz mıydı? Peki açıktan cephe alarak meydan okumamız gerektiği halde, fiilen kabullenmemiz gereken bazı durumlar var mıdır? Tüm bunları dikkate aldığımızda, şefkat gibi ahlaki bir tepkiyle bir eylem sürecinin belirlenemeyeceği açıkça ortadadır."

Sontag'ın söyledikleri üzerine hala düşünüyorum. Bu tür fotoğraflardan kaçıyor oluşumuz, bu sorumluluğu almaktan kaçtığımızı, çaresiz olduğumuzu ve bu soruları kendimize sormak istemediğimizi mi gösteriyor, yoksa gerçeklik duygusunu yitirmemek için mi görmek istemediğimiz görüntülerden kaçıyoruz, hala bilmiyorum. Ama her sabah şiddet fotoğraflarıyla uyanıp, her gece şiddet fotoğraflarıyla da uyusak, o fotoğrafların gösterdiği gerçeğin binde birini anlamamız mümkün değil. Sontag da böyle bitiriyor cümlelerini:

"Bizim, savaşın neye benzediğini gerçekten tasavvur etmemiz mümkün değildir. Biz savaşın ne kadar korkunç, ne kadar dehşetengiz bir şey olduğunu ve ne kadar normal hale geldiğini tahayyül edemeyiz. Fakat, bir süre ateş altında kalmış ve yanı başında başkaları vurulup düşerken ölümün pençesinden kurtulmuş her talihli askerin (her talihli gazeteci, yardım kuruluşu görevlisi ve bağımsız gözlemcinin) değişmez duygularla hissettiği şey budur. Ve haklı olan onlardır."


Çarşamba, Mart 16, 2016

Bicycleran



1987 yapımı Bicycleran, Mohsen Makhmalbaf imzalı, birey ve sosyo-politik topluluk arasındaki ilişkiye dair nokta atışı çözümlemeler içeren, postmodern İran sinemasının yeni gerçekçi filmlerinden biri. İnsancıl, estetik bir sinema dili içerse de, “Her şey zıddıyla kaimdir” dercesine, insan çaresizliğini, sömürüsünü ve gaddarlığını anlatmaktan kaçınmayan eleştirel bir dili de var. Teknik açıdan yetersiz bir film olsa da dar çerçevede mülteci sorunu, geniş çerçevede insanlık sorununa parmak basması filmin bu tür kusurlarını örtüyor.

Film, dairesel bir pistte motorsikletiyle gösteri yapan bir adamla girizgah yapıyor. Filmin bütününe hakim olan bu sonsuz devinim, motorsikletiyle hiç durmadan dairesel hareketler çizen ve bundan para kazanan adamla başlıyor. Bu motorsikletli adamın arkadaşı Nasim, oğlu Jomeh ve karısıyla birlikte Afganistan’dan göç edip İran’a yerleşen milyonlarca mülteciden biri. Karısı ölümcül hastalığa tutulan Nasim’den tedavi için, sonundaki sıfırların altında ezileceği miktarda paralar isteniyor. Nasim’in elinde olan paralar karısını hastaneye yatırmaya bile yetmiyor. Kuyu kazarak geçinen Nasim’in acilen para bulması demek, ya illegal işlere bulaşması ya da kendi canından vazgeçmesi demek. İkisini de deniyor Nasim. Kaçakçılarla anlaşıp kamyon şoförlüğü yapmak istiyor ancak polislere yakalanıyor. Diğer mültecilerin yaptığı gibi, gidip bir kamyonun altına yatıyor. Para için canından vazgeçen bu adama para vermedikleri gibi, bir güzel de dövüyorlar. 2 Afgan işçiyi 30 tomana çalıştıran işverenlere gidiyor ama orası da insanların çalışmak için birbirini ezdiği bir savaş alanı. Nihayetinde, en iyi bildiği işten başka elinde bir şey kalmıyor. Arkadaşı sayesinde eski bir sirk işletmecisiyle anlaşıyorlar. Daha önce Afganistan’da 3 gün boyunca bisiklet sürerek şampiyon olan Nasim, bu kez 7 gün için anlaşıyor. 7 gün boyunca bisikletin üzerinden hiç inmeyecek, bu sayede karısının hastane masraflarını karşılayabilecek.

“Onun adı Nasim veya Bâd-ı Sabâ ama o tufanlar yaratıyor!”

Nasim bir anda tüm insanların ilgi odağı haline geliyor. Bir satıcı (sirk sahibi) ve pazarlanan bir eşya (Nasim) olunca piyasası da oluşuyor haliyle. Seyyar satıcılar, falcılar, bahisçiler doluşuyor meydana. Nasim üzerine bahisler oynanıyor. Nasim dikkat çekmeye başladıkça satıcı malını yağlayıp ballıyor.

“Nasim Hindistan’da bakışlarının sertliğiyle bir treni durdurdu. Onun adı Nasim ama o tufanlar yaratıyor!”

Ortada bir başarı varsa bu başarıdan nemalanmaya çalışanlar da olacaktır pek tabii. Yerel ekonomiyi kontrolü altında tutan Batı tarzı giyimli, siyah gözlüklü mafya babaları, üçkağıtçılar, siyasetçiler paranın kokusunu alınca, Nasim altın kafese konuluyor hemen. Doktorlar gönderiliyor; beslenmesi, güçten düşmemesi ve enerjik kalması için deneyler yapılıyor, ilaçlar hazırlanıyor. Nasim’in bu yarışı kazanması Afganlar için bir umut demek. Bu nedenle kazanmasını istemeyen insanlar da az değil. Nasim’in casus olduğu düşünülüyor, ona yarışı bitirmesi için büyük paralar teklif ediliyor, doktorlara rüşvet veriliyor. Karısının hastane masraflarını karşılamak için insanlık dışı bir yöntem deneyen bu sıradan adamın etrafında, koskoca politik bir mücadele dönüyor aslında.

Bir yanda da Nasim’le fotoğraf çektirmeye gelen, bisikletinin arkasına atlayıp kameralara poz veren, Nasim için sloganlar atan, alkışlayan bir halk var. Ortada toplumsal bir dayanışma olunca insanların duygularını manipüle etmek de kolaylaşıyor, eğreti duran vaizler çıkıyor ortaya.

“Gerçekten bahtiyar ve umut doluyuz.”

Bir insanın acizliğinin ve çaresizliğinin bu denli sömürüldüğü bir gösteride Nasim ne haldedir? Dış dünyaya kulaklarını kapamıştır Nasim. Bisikletin üzerinde yer, bisiklet üzerinde içer, tuvaletini yapar, telefonla bile bisikletin üzerindeyken konuşur. Bahisler arttırılıp para kazanıldıkça, Nasim’in karısı iyi bir odaya alınır, solunum cihazı bağlanır, serum takılır, güzel ve sıcak yemekler yer. Nasim halüsinasyonlar görmeye başlar, uykusu gelir, düşmemesi için tokatlanır, başından aşağı su dökülür. Bazen düşer bisikletten, arkadaşı hemen onun yerini alır. Bisikleti zarar görür, başkasının bisikletiyle devam eder. Bu Afgan mülteci yarışa devam ederken her pedal çevirişinde bir şeyleri değiştirir. İki Afgan işçi günlüğü 30 tomana çalıştırılırken, bu ücret bir anda 200 olur, 300 olur, 400 olur.

Makhmalbaf’ın abartılı bir dışavurumculukla çektiği filmde kullandığı metaforlar, kasvetli atmosfer, konuyu tekdüzelikten çıkarıp böylesine ustaca işleyiş şekli, dönemin İran’ının gerçekçi bir portresini çiziyor. Sefalet, işsizlik, yozlaşma ve ahlaki çöküş Nasim’in küçük bir alanda çizdiği daireler içinde alegorik bir tarzda anlatılıyor. İnanç, toplumsal değerler, insanlık ve idealizm Nasim’in dışındaki dünya için hiçbir şey ifade etmiyor. Makhmalbaf, motorsikletli adam ve Nasim’in hiç durmadan çizdiği daireler arasına alıyor izleyiciyi. Bu devinimin içinde ahlak, etik, inanç ve değerler üzerine felsefik sorgulamalar yaptırıyor. Varılan netice, Nasim’in ulaştığı noktadan farklı değil.

Nasim’in yarışı kazanıp kazanmadığının bir önemi yok. Makhmalbaf’ın kulak tırmalayıcı müzikler eşliğinde resmettiği arada kalmışlık, birey-toplum arasına sıkışmışlık filmin sıkılgan havasında sorgulamaların sonunu getirmiyor. İnsan özünü, iyisiyle-kötüsüyle ele alış şekli, bir de bunu hiçbir yere ait olmayan birinin gözünden yapıyor oluşu filmi izlememiz için yeterli nedenler. 

*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Salı, Mart 15, 2016

Şizofrengi



90ların başında doğanlar olarak araya sıkışmış gibi bir halimiz var bana göre. Ne bir önceki nesil gibi yokluk gördük ne de bizden sonraki jenerasyon gibi varlığın içine doğduk. Teknolojinin t'sinin çocuklarıyız biz; Nokia 3310, walkman ve atarisi olan ama sokakta büyüyen. Şimdi her şey ne kadar kolay ve anlaşılır (?) olsa da sürekli geçmişe çeken bir şey var bizi. Eskinin kitapları, eskinin müzikleri, eskinin modası... Bizim en büyük kaybımız da edebi olanı gitgide yitiriyor oluşumuz. İkinci Yeni'den sonra şiiri kaybettik gibi geliyor. Hatta biz hiç tanışmadık bile. Çevirip çevirip Edip Cansever okuyoruz. Cağaloğlu'nun Cağaloğlu olduğu zamanlardan bihaberiz. Küllük şimdi döner kokularına boğulmuş. Kimse anlatmıyor, anlatacak olanlar göçüp gitmiş. İnsanların "bir şeyler anlatmak" için kafa kafaya verip dergi çıkardığı günleri de görmedik biz. Şimdi kapağında Sabahattin Ali olanı mı alsak? Kitapları çok satan hani? Kahvenin yanında iyi gider? Nilgün Marmara'dan iki dize, Kafka'dan iki aforizma, biraz Kürk Mantolu Madonna, mis gibi dergi! 

Bu işin hakkını verenler de var tabii, bir elin parmağını geçmez. Bu işi "bilen" olarak değil bir "okuyucu" olarak söylüyorum bunları. Bilen varsa beri gelsin, ben de anlayayım.
Daha 1998 yılında -ben abaküste boncukları soldan sağa geçiriyorken- içinden zeka fışkıran bir dergi 
çok "popüler" olmayı sevmeyip kendi kendini fesh etti. Hangisi akıllı, hangisi deli olduğu bilinmeyen bir grup insan tarafından çıkarılmış Şizofrengi. 1992 Şubat'ta ilk sayılarını, 1998 Nisan'da son sayılarını basmışlar. 27 sayılık, kapağından son sayfasına kadar edebiyat ve sanat kokan bir dergi. Sloganı "Bütünüyle kuşkudayız." Yazarları deliler ve akıllı olmayı reddedenler. Çok şükür neslimize kavuşmuş ünlü deli Ah Muhsin Ünlü de şiirleriyle dahil olmuş dergiye. Daha o zamandan şimdi olacakları sezip kendilerini 21. yüzyılın bataklığından kurtarmayı başarmışlar. Bize yazık oldu, onların hakkında hayırlısı. 

"Artık kuşkuda falan değiliz. O zaman belirsizlikler içinden çıkmak için bir çığlıktı Şizofrengi. Altı yıl önce toplumun dışındaki bir duvarın ardında gözetim altına alınan şizofreni benzeri insanlık hallerinin artık duvarın dışına taştığını, globalleştiğini, bütün alemin hızla kafayı yemekte olduğunu, bu durumda eskiden şizofreni etiketiyle yaftalanan insanların dışında kalanların bu etikete şizofrenisi olanlardan çok daha layık olduğunu görmekteyiz. Artık belirsizlikler çekildi, yirmi yıl sonra herşeyin bugünkünden çok daha kötü olacağını biliyoruz. Hala teknoloji çağından, iletişim devriminden, bilgi toplumundan bahseden salakları hayretle izliyoruz. Aşkın televizyonlarda aşk uzmanları tarafından bokunun çıkarıldığı bir garabetler ülkesinde hala kuşkuda yaşamanın ne denli boş olduğunun yeni farkına varıyoruz." (27. sayı)

Her sayılarının ikinci sayfasında bir alıntı var. Onları toplayınca bile ne kadar mükemmel bir dergi olduğu anlaşılıyor. Arada okuyorum dergiyi, devamlı olmuyor çünkü bir yerden sonra baş ağrısı yapıyor. Amme hizmeti niyetine burada da paylaşırım belki not aldığım yerleri. 

İnsan varlığı deliliğe gönderimde bulunmaksızın anlaşılamaz. İnsan, deliliği özgürlüğün sınırı olarak içinde taşımaksızın insan olamaz. -Jacques Lacan
***
Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir. -Max Horkheimer
***
Umut yok, yalnızca sürgit mücadele var. Bu bizim umudumuz. Deliliğin dili işte bu cümleyle başlar. -David Cooper
***
Dünya üç beş bilgisizin elinde
Onlarca bütün bilgi kendilerinde
Üzülme eşek eşeği beğenir
Hayır var sana kötü demelerinde -Ömer Hayyam
***
İnsan dünyada yalnızdır - işte felaket burada! Yalnızca insan ve etrafında sessizlik - yeryüzü gibi. Birbirinizi sevin - bunu kim söyledi? Bu kimin iddiası? -Dostoyevski
***
Diyorum ben sizlere, hala kargaşa olmalı ki bir insanın içinde, rakseden bir yıldız getirebilsin dünyaya. -Nietzsche
***
Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki içinde bulunduğumuz "olağanüstü hal" istisna değil, kuraldır. -W. Benjamin
***
Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak, kendi uyanışını görmek her zamankinden daha fazla gerekli. -Eduardo Galearo
***
Benim bu dünyada bir yerim olmadı
Kuytu gövdemi saymazsak eğer
Gövdem ki varla yok arası
Hem varlığa hem yokluğa değer
Ama yüreğim hiç solmadı

Bir gül koklayım izin verin de -Metin Altınok
***
Uyumsuz bir sıfat 
Birinci tekil şahıs
Ben, çok acıdır
Biz, zaten acıyız
Biz dediğim üç-beş kişi. -Metin Altıok
***
Ben de olsam
Ses etmezdim
Ne gerek var,
Dönüp arkamı uyurdum
Hırkama dokunmasınlar da... -Oblomov Jr.
***
Bir parçalanış bir yitiş
Olabilir mi -zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
Acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız- -Edip Cansever
***
İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun filminden, hayatından her şeyinden vazgeçmesi demektir. -Andrei Tarkovski
***
Gir gönüle bil andadır benliğin defteridir.
Ol has gevher bil andadır sanma kim ol ummandadır. -Yunus Emre
***
Kapı açıldı. -William Faulkner (Ses ve Öfke)
***
"1936'dan beri daha yüksek ücret için mücadele veriyorum. Benden önce babam da yüksek ücret için mücadele vermişti. Bir televizyonum, bir buzdolabım ve bir VW'ım var. Bana kalırsa bu, başından sonuna kadar bir köpek gibi yaşamaktır." -Bir Fransız İşçisi
***
Durmaksızın insan ilişkileri ve tepkileri üzerine konuşmak ütopiktir; eskimiş ya da gerçekleştirilmeyi bekleyen (insan ilişkilerini) varsayar. Bugün bu ilişkiler insanlık dışıdır, insanlardan çok kobaylara, kişilerden çok şeylere özgüdürler. Ve kötü niyetten değil, kötü bir toplumdan dolayı. Bunu unutmak insan ilişkilerini, onları acımasız kılmış olan toplumsal kökenlerinden kopararak duyarsızlaştırmaya çalışan duyarlık gruplarının ideolojisine teslim olmaktır. Daha fazla duyarlık bugün devrim ya da delilik demektir. Gerisi boş laf. -Russell Jacoby
***
"Yaşam tanrının insanı gördüğünü kanıtlayacak hiçbir ipucunun bulunmadığı çığrından çıkmış bir dünyada, baskılara, acımasızlığa, kıyıcılığa göğüs gererek sürdürülen, insanın doğumuyla ölümü arasındaki kısacık anın, anlamsız bireysel ya da toplumsal ayrıntılarla sonsuza dek sürecekmiş gibi uzatıldığı, -hızla geçip giden bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra- olgunluk döneminde bilinçte başlayan ve çok uzun süren bir hesaplaşma sürecidir." -Samuel Beckett

Baran



Göçmen/mülteci insanın derdini anlatan filmlerin temel motifidir, göç edenin gittiği ülkede yaşadığı sıkıntılar. Bu sıkıntıları, adına, kimliğine, diline, dinine bakmadan insanı “insan” olarak ele alan, onları hilkat diliyle konuşturan bir yönetmenin anlatması kuşkusuz daha anlamlı olacaktır. Yerinden edilen kendi komşusu olunca, kamerayı Şark’ın eline emanet etmek yanlış bir seçim gibi görünmüyor. Majid Majidi bu toprakların, mayasına iyilik katılmış çocuklarından biri. Filmlerinde de insanları kendi dilinden konuşturuyor; hal dili. Yaşadığı toprakları ayaklarını sürüye sürüye terk etmiş insanların ahvali de gün gibi ortada olunca, Majidi’ye düşen tek şey onu sinemanın diliyle anlatmak.

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalinden sonra enkaza dönen ülkede bir de sivil savaş, zalim Taliban rejimi ve 3 yıl süren kuraklık baş gösterince bu topraklar yaşanmaz hale gelir. İnsanlara tek bir çare kalır: göç etmek. 1.5 milyon Afgan, İran’ayaşamak üzere göç eder. Yaşayabilmek için gereken para bir İranlı için kolayca kazanılırken, bir Afgan için neredeyse imkansızdır. Kimliksiz, sigortasız, sistemin gözünde var olmayan bu insanların günlük derdi üç kuruşa çalışabilmektir. Afgan işçi çalıştırmanın yasak olduğu bir sistemde, çalışmak isteyen Afganlar, Memar gibi insaflı insanlara ihtiyaç duyar. İran’ın Schindler’i Memar, Afgan, Türk, Kürt, Azeri ve İranlı işçilerin birlikte çalıştıkları bir inşaatın ustabaşıdır. Tüm derdi eline geçen parayı adil olarak paylaştırmak olan bu yüce gönüllü adam Afganları, sürekli ensesinde olan görevlilerden korumak için her şeyi yapar. Müfettişlerin geleceği duyulduğunda alarm zilleri çalar ve tüm Afganlar saklanır.

Zor hayat koşullarının belini büktüğü işçiler için en büyük tehlike müfettişler değil, kazalardır. Afgan işçilerden biri olan Najaf dördüncü kattan düşer ve ayağı kırılır. Günlük yevmiyeyle çalışan bir işçi için durumun vahimliğini izaha gerek yok sanıyoruz. Najaf ertesi gün arkadaşı Sultan’la birlikte oğlu Rahmet’i gönderir çalışması için. Ufak tefek çelimsiz bu çocuk inşaatın ağır çalışma koşullarına uyum sağlayamaz. Memar onu inşaatın fazla güç gerektirmeyen, mutfak işinin başına koyar. Mutfağın önceki sahibi Latif içinse harç karmanın, çimento çuvalı taşımanın zamanı gelmiştir. 17 yaşındaki Latif çalışanların arasında en genç olanıdır. Bu bıçkın delikanlı gününü diğer işçileri sinirlendirerek, onlarla kavga ederek, sonunda da ustabaşından paparayı yiyerek geçirir. Onun işi en kolayıdır. Nüfus cüzdanına sahip az işçiden birisi olduğu için marketten alışveriş yapma, fırına gitme gibi dışarı işleri ona emanet edilmiştir. Beceriksiz Rahmet yüzünden işinden olması onu çok öfkelendirir. Bir yandan harç kararken diğer yandan Rahmet’in gününü mahvetme planları yapar. Bir gün mutfağın önünden geçerken duyduğu mırıldanma sesi, uçuşan perdelerin arasından gördüğü, cama yansıyan kadın gölgesiyle birlikte Rahmet’in sırrını çözüverir.




İnsanların yaşamak için çalışmak-çalışmak için yaşamak ikileminde gidip geldiği, zorunluluklarla ve çaresizliklerle kuşatılmış bir dünyada en lüks olan, sanıyorum aşık olmaktır. Kendisinden farklı olduğunu anladığı anda aşık olduğu Rahmet’in, hiçbir zaman Latif’in cümlelerine özne olmaması da bu yüzden. Bir kere bile sesini duymadığımız Rahmet’i, sonradan öğrendiğimiz gerçek adıyla Baran’ı hal diliyle konuşturan Majidi, Latif’e sinirlendiğinde veya üzüldüğünde bunu sözle dışa vurma imkanı tanırken, korkan ve sinirlenen Baran’ın eline bir taş vermekle yetiniyor. Bir ülkeye “misafir” olana yakıştırılan tutum şikayetsizliktir ve Baran’a düşen de sessiz kalmak. Rahmet’in bir çiçek bahçesine çevirdiği mutfak, Latif’in önünden geçmeye bile cesaret edemediği bir yerdir artık. Latif bazen gizli bazen açık, Rahmet’i korumaya, kıskanmaya ve onun için fedakarlıklar yapmaya başlar. Rahmet’in müfettişlere yakalanması ve işi bırakması ise Latif’in bu yoldaki ilk acısı olacaktır.

Majidi zemini güçlü bir filme naif bir aşk hikayesinden çatı yapıyor. Baran genç bir delikanlının göçmen bir kıza aşık olma hikayesi değil. Latif’in zahirîden batınîye evrilen aşkı filmin görülen kısmı, Majidi bize görünenin arkasındakini anlatmaya çalışıyor. Latif Rahmet’i aramak için yollara düştüğünde, bu ülkeye sığınan ama “fazla gelen” insanların hikayelerini de sürükler peşinden. Bir yanda her gün şehre gidip iş arayan, bazen eli boş dönen aile babaları, burkalarını beline bağlamış narin elleriyle ağır taşları kaldırmaya çalışan Afgan kadınlar, diğer yanda kimliği olmadığı için bir gece dahi kalacak yer bulamayan insanlar, ekmeğini paylaşmak isteyen, yüreğinin diliyle konuşan ihtiyarlar… “Afgan mültecilerin zorluklar içinde hayata tutunduklarını ve büyük bir vekarla ayakta durduklarını gösteren bir film çekmek” niyetinde olan Majidi’ye bırakalım sözü:

“Filmim iki kısımdan oluşuyor: birincisi gerçekçi; sosyal sorunlarla – ikincisi manevi; aşk cihetiyle. Kızın ismi Baran. Baran, yağmur demek. Erkeğin ismi Latif. Latif, sunmak demek. Latif, yağmurla olur. Baran’sa, beklemekle. Yağmur, toprak için bir bereket ve rahmettir. Filmimi hangi ülkede temsil etsem, halkımı yansıttığımı belirtmek isterim.”

Majidi filmlerinde insan, hayatın akıntısına kapılıp giden, taşa takılıp sendeleyen ama inanç ve özveriyle hiç durmadan devam eden, teslimiyetçi olduğu kadar iradeli bir varlık. Çoğu filminde akan suya kapılıp giden nesnelerin sırrı belki de budur. Buraya bir parantez açarak özveri üzerinde biraz duralım. Bizi etkileyen, zaten fedakarlık yapmak zorunda bırakılmış insanların, tercihlerini de her zaman bu yönde kullanmaları. Latif’in, adını yalnızca bir kere işittiği Baran için, onun haberi olmadan yaptığı fedakarlıklar, kendi cisminden, isminden, benliğinden vazgeçmesi Majidi’nin şiar edindiği “saflığın” bu kez de Latif’te vücut bulduğunu gösteriyor. “Saflık bize her şeyi sunan bir tılsım, bir mana.” diyor Majidi.

Majidi’nin gözdesi Mohammad Amir Naji’nin övgüye mazhar olmak için filmin başrolünde olması yeterli. Fedakar baba, oluyor fedakar patron Memar. Onun yanında, özelde İran ama genelde Ortadoğu sineması için yabancılık çekmeyeceğimiz bir oyunculuğu var Hossein Abedini’nin. Zahra Bahrami, Baran’ın ta kendisi. 15 yıl yaşadığı mülteci kampına gelen bir yönetmenin “benimle oynamak ister misin?” demesiyle beraber adım attığı sinema dünyasına Baran olarak adını yazdırıp gidiyor Zahra. Hiç konuşmuyor ama tüm Afganların, bilhassa tüm göçmenlerin sesi oluyor.

Baran, Majidi’nin ateşi söndürüp közlerinden derdini anlattığı yanık kokan filmlerinden biri. İzlerken de görüneni değil, görünenin arkasındakini anlamak önemli.


*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Pazartesi, Mart 14, 2016

İki Nokta Üst Üste



Yıldızlı Atlas'ın en sevdiğim denemelerinden biridir İki Nokta Üst Üste. Yazar, denemesinin altına "Cemal Süreya'nın Sevda Sözleri'ndeki Resim'e içtenlikle öykünerek..." notunu düşer.

Bir gün: Cumartesi.
Bir şehir: Hiç düşünmeden İstanbul.
Bir renk: Masmavi.
Bir yemek: Hangisini sayayım bilmem ki...
Bir ceket: Kadifeden bir ceket. Fitilli ve uçuk kahverengi.
Bir çiçek: Hanımeli.
Bir gül: Rüzgar gülü.
Bir kuş: Sülün.
Bir mısra: "Kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri."
Bir ders: Ne dersi?
Bir kitap: Küçük Prens.
Bir gezegen: Küçük Prens'in gezegeni.
Bir içecek: Andımız.
Bir kahkaha: Hah hah ha!
Bir ay: Ağustosun son on beşiyle eylülün ilk on beşi.
Bir deniz: Akdeniz
Bir gemi: Kağıttan bir gemi.
Bir soru: "Maveraünnehir nereye dökülür?"
Bir adam: Kardanadam.
Bir ağaç: Kiraz ağacı.
Bir fiil: Güzeltmek.
Bir şair: Yunus Emre.
Bir ses: Annemin sesi.
Bir şarkı: Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar...
Bir dilek: N'olur?

Burhan Eren'in Yıldızlı Atlas'ındaki İki Nokta Üst Üste'sine içtenlikle öykünerek...

Bir gün: Perşembe
Bir şehir: Artık hiç düşünmeden İstanbul.
Bir renk: Sonbahar yaprağı rengi.
Bir yemek: Makarna.
Bir ceket: Cebinde küçük bir not olan ceket.
Bir çiçek: Erengül.
Bir gül: Erengül.
Bir kuş: Odamın penceresine koyduğum ekmekleri yiyen kuş.
Bir mısra: "Öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna."
Bir ders: İnsanlık dersi.
Bir kitap: Yıldızlı Atlas.
Bir gezegen: Plüton.
Bir içecek: Kahve.
Bir kahkaha: Takatim yok.
Bir ay: Eylül.
Bir deniz: Van denizi.
Bir gemi: Bir gün gelecek.
Bir soru: "O şimdi ne yapıyor, şu anda, şimdi, şimdi?"
Bir adam: Aylak Adam.
Bir ağaç: Tabii ki kiraz ağacı.
Bir fiil: Güzeltmekten daha güzel bir fiil yok.
Bir şair: Tabii ki Yunus Emre.
Bir ses: Tabii ki annemin sesi.
Bir şarkı: Le Trio Joubran'ın udu.
Bir dilek: Çocuklar ölmesin.


Pazar, Mart 13, 2016

Yıldızlı Atlas



Hayatımın "okuma" kısmı ben çok küçük yaşlardayken başladı. Hemen arkasından da kaleme vuruldum. Okuyorsam yazacaktım, yazdıkça okuyacaktım. Çok okuyup yazdığım için "bu kız yazar olur", çok konuştuğum için de "bu kız spiker olur" dediler. İkisini de olmadım ama hala çok okuyup, çok yazıp, çok konuşuyorum.

Okuduğum ilk kitaplardan biri değildi ama elime bir kalem tutuşturan kitap oydu: Yıldızlı Atlas.

Kitabın ilk sayfasında adımla beraber 2003 yazıyor. 11 yaşımdaydım. Bir yanımda çarpım tablosu, diğer yanımda da bu kitap duruyordu. Tercihimi ikinciden yana kullandım. Yazarı Burhan Eren, bu kitabı çocuklar için yazdığını söylüyor. Gel de inan. Çocuğum sana söylüyorum, yetişkin sen anla. Evet, Burhan Eren de merak ediyormuş, koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?

Çocukken gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, elinin hissettiği şeylerle aranda ilginç bir bağ oluşur. Belki dünya çok büyük, sen çok küçük olduğundan, belki henüz hiçbir şey bilmediğinden, belki keşfedilecek bir sürü şey bulduğundan, belki de bunların hepsine yetecek kadar hayal gücün olduğundan... Yetişkin olmanın bedeli bu işte, hayal gücünü yitirmek.

11 yaşımda, hayallerim çok güçlüydü. Bir yazar olacaktım, elime aldığım kalemi hiç bırakmayacaktım. Masamda yalnızca kitap değil bir de kalem olduğunu farketmemi sağlayan, yedi küçük not'tu.

"Denizleri dökülmesin diye, kimi atlasların duvara asılmadığı doğrudur.
Ama sanmıyorum doğru olsun, ağaçların soğuk kış günlerinde, kabuklarının altına pazen giydikleri...

***

Ben de bilmiyorum, önümüzdeki şubatın yirmi sekiz mi, yirmi dokuz mu çekeceğini... Yirmi dokuz çekecekse, bana da haber ver. Unutmayalım o gün, dört yılda bir doğum günü olan dostumuza, küçük bir hediye göndermeyi. 

***

Bana sorup durduğun o iki dizeyi buldum sonunda. Karaşın bir şairmiş, o iki dizenin sahibi:
'Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır/ Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.'

Unutmadan, bu iki dizeyi defterine yaz istersen. İstersen ezberine yaz. İstersen unut. Nasılsa daha çok okuyacağız orta ikiden terk çocuklar şairini.

***

Ama mesela şeyi unutma... Neyi unutma biliyor musun, pencereden sokağa bakmayı... Sabahları kalktığında ve o güzelim akşamüstleri...

***

İyi oldu, artık mektup yazmayacağını söylemen. Mektup beklemek, bilsen öyle zor ve öyle güzel ki...

***

Geçenlerde yaşadığım bir şey, şunu öğretti bana: İstese de çok uzağına gidemiyor insan kendisinin. Hangi trene binse, içindeki adrese varıyor sonunda. Hangi rüzgara tutunsa kendine savruluyor; hangi denize açılsa, yine kendi kıyılarında buluyor kendini...

***

Önüne açacağım her 'yıldızlı atlas'ta; ama büyük; ama küçük bir deniz olacak mutlaka... Onları duvara asmamaya çalış n'olur, yere dökülmesin denizleri..."

Elime kalemi aldıktan sonra yazdığım şey öylesine komikti ki. Yetişkin ben eğer orada olsaydı, çocuk ben'e "asla bir yazar olamazsın" derdi. Yetişkinlerin yaptığı bu değil mi zaten? Neyse ki, orada değildim ve yazdığım yazıyı "Off off, keşke herkes sağlıklı olsa!" cümlesiyle bitirmeme kimse bir şey demedi.

O zaman ne Ece Ayhan bilirdim, ne Cemal Süreya, ne ikinci yeni, ne şair, ne şiir. Yıldızlı Atlas'ın benim çocuk yanıma dokunan sayfaları sayesinde daha sonra onlarla da tanışacaktım. 23 yaşındaki ben, 11 yaşındaki ben'e minnettar, bir çocuk gibi davranıp, sahip olduğu en değerli şeye tutunduğu için.

Şimdi hayallerime böyle sıkı sıkıya tutunuyorsam 11 yaşındaki ben sayesinde. Çünkü içimdeki çocuk hala Yıldızlı Atlas okuyup, herkesin sağlıklı olmasını diliyor.