Kim Bu Judith?

Perşembe, Mart 17, 2016

Başkalarının Acısına Bakmak

"Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?"

diye soruyor Susan Sontag "Başkalarının Acısına Bakmak" adlı kitabında. 21. yüzyılın evrim geçirmiş vahşetinde yaptığımız şey tam da bu: Başkalarının Acısına Bakmak. Eğer şiddeti yaşayan biz değilsek/bizden biri değilse, Sontag'ın dediği gibi hepimiz birer "dikizci"yiz.

2003 yılında yazdığı bu kitap, savaş ve dehşet fotoğrafları ve bu fotoğrafların anlatmak istediğini görmemiz açısından önemli. Ama bundan da önemlisi, Susan Sontag lafını hiç esirgemeyerek insanlık dersi veriyor. Sontag'ın atıfta bulunduğu fotoğraflar ünlü fotoğrafçılar tarafından çekilen ve bir dergide, gazetede görebileceğimiz, savaşın tam ortasında (?) ya gerçek ya da kurgulanarak çekilmiş fotoğraflar. Ernst Friedrich, Huynh Cong Ut, ve Robert Capa gibi ünlü savaş fotoğrafçılarının çektiği fotoğraflar bir başyapıt gibi orada duruyor. Gerçek de olsa, kurgu da olsa savaşın fotoğrafları onlar. 2016 yılında ise her şey daha karmaşık. Savaş fotoğrafçılığı bir meslek ama alaylısı da çok. Sosyal medya da işin içine girdi mi savaşın en acı yüzünü gösteren -gerçek mi değil mi hiçbir zaman bilemeyeceğimiz- fotoğraflarla neredeyse her gün karşılaşıyoruz. Bunlar siyah beyaz değil, sansürlü değil, kanlı ve çıplak. Bunların üzerine uzun uzun düşündüm. Yitirdiğimiz gerçeklik duygusu, şiddete alışmak, vahşete bakmak/bakamamak, bu fotoğrafları "herkesin" görüyor olması, çocuklarımızın gözlerini kapayamıyor oluşumuz, şiddet görüntülerinin yarattığı şok etkisinin gitgide azalması, bu şok etkisinin ne işe yaradığı, bu görüntüler olmasa neyin değişeceği, olduğunda neyi değiştirdiğimiz... Susan Sontag aklımdaki tüm bu soruların cevabını verdi. Kitabı belki teknik açıdan fotoğrafçılık/savaş fotoğrafçılığı üzerine olabilir ama ben daha çok insani tarafından baktım. Kameranın arkasındaki değilim, önündeki de değilim, dışarıdan biriyim ben, bir "dikizci"yim.

Robert Capa - İspanya İç Savaşı - Falling Soldier


Peki bu fotoğraflar bize ne anlatmak istiyor?

Öncelikle kitabı okurken aklımda tuttuğum önemli bir şey vardı. Savaş fotoğrafları neyi kapsıyor sorusunun cevabını verdim kendime. Vietnam Savaşı, İspanya İç Savaşı, Hiroşima, İkinci Dünya Savaşı, Irak Savaşı, Bosna, Gazze, Afganistan vs. bu savaşlarda çekilen fotoğraflar savaşın "ta kendisinin" fotoğraflarıydı. Bu savaşları yaşayanlara çok yakın ama bize çok uzak fotoğraflar. Savaştan anladığım da iki silahlı grup arasında olan değil -çünkü burada savaş suçları değişmese de kurallar değişiyor-, arada herhangi bir eşitliğin olmadığı savaşlar. Sivil, masum halka yönelik insanlık dışı, hukuk dışı, etik dışı yürütülen savaşlar. Sadece fiziksel şiddet ve vahşet içeren de değil, psikolojik şiddet fotoğrafları/görüntüleri de dahil buna. Şimdi savaşların genelde böyle olduğunu düşünürsek, bir savaş görmemiz için çok uzağa gitmemiz gerekmiyor. Ve savaş fotoğrafları artık şiddet ve vahşet fotoğraflarına evriliyor. Kitabı okurken aklımda tuttuğum şey buydu: Şiddet ve vahşet fotoğraflarının her türlüsü.

Susan Sontag'ın savaşla ilgili tutumu açık:

"Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder."

Tüm savaş fotoğrafları çok önemli bir şeyin kanıtıdır: Savaş suçları. Zaten böyle olmasa o fotoğrafın sıradan bir manzara fotoğrafından farkı olmaz. O yüzden üzerinde "düşündürür" bu fotoğraflar. Bakıp geçmeyiz, fotoğrafta gösterilen sahneyi canlandırırız kafamızda. Öncesini ve sonrasını. Vietkong generalinin vurulmadan birkaç saniye önceki fotoğrafı -kurgu bile olsa- üzerinde uzun uzun düşünmemize yol açar. Bu açıdan Sontag'a göre savaş fotoğrafları "tefekkür nesneleri"dir.

"Tefekkür nesneleri olarak vahşet görüntüleri birçok farklı ihtiyaca karşılık verebilir: İnsanın zayıflığa karşı daha dayanıklı olmasına yarayabilir, insanın duyarlılığının körelmesine yol açabilir, insanı bazı şeylerin düzeltilemeyeceğini kabullenmek zorunda bırakabilir."

Eddie Adams - Vietkong execution - Saigon (Vietnam)


Fotoğrafların bizim üzerimizde bıraktığı etki budur. O fotoğrafta gösterilen dehşetle ilgili herhangi bir şey yapamayacak durumdaysak bizi acı bir çaresizliğe sürükler. Bu çaresizliğimiz dakikalar sonra yok olacaktır. Birinci, ikinci fotoğrafta yaşadığımız irkilme, acıma, kızgınlık, beşinci, onuncu fotoğrafta yerini belki sadece bir iç çekmeye bırakacaktır.

"Herhalde acının en akıl almaz ve aşırı boyutlardaki görüntülerine gözlerini kırpmadan bakabilecek insanlar, sadece o acıyı hafifletmek için bir şeyler yapabilecek konumdaki ya da o resimden bir şeyler öğrenmeye niyetli kişiler olabilirler. Onların dışında hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer dikizciyiz."

Bu fotoğrafların kanıt olma, savaş suçunu belgeleme ve insanları gerçekle yüzleştirme gibi bir misyonu var. Eğer şanslıysak (!) ve savaşın içine doğmadıysak, yerimizden sürülmediysek, en yakınlarımızı kaybetmediysek, kolumuz, bacağımız kopmadıysa, okulumuzdan, evimizden, hayatımızdan olmadıysak bu fotoğraflar bizi başka hayatlarla yüzleştirir. Başkalarının acısına bakarız.

"Sakatlanıp parçalanmış bedenlerle ilgili fotoğraflar, ... , savaşın kötülüğünü çıplak gözle seyrettirmeye yarayabilir ve kısa bir süre için de olsa, hiç savaş deneyimi olmayanları, gerçekliğin küçük bir dilimiyle yüzleştirmekte kullanılabilir."

Fotoğrafların oluşturduğu "farkındalığın" kurgusal olduğunu söylüyor Sontag. "Kan varsa iş yapar." düsturuyla basılan fotoğrafların gösterilme, etkileme ve unutma süreci çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşiyor.

"Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen, savaşlarda biriken acıların farkında olmak bu anlamıyla kurgusal bir farkındalıktır. Acı görüntüleri öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir."

"Başlarından savaş deneyimi geçmemiş insanların savaşı kavrayış biçimleri, şimdilerde esasen bu görüntülerin etkisiyle belirlenmektedir."

Burada çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor Sontag. Bir yanda -izlettirmenin, harekete geçirmenin, nefret uyandırmanın işe yarayacağını düşünenler tarafından- tüm dünyaya izlettirilen savaşlar, diğer yanda da üstü örtülen, ses çıkarılmayan, görüntülerin birilerini zora sokacağı savaşlar var.

Bu yüzden "Resimlerin uyandırdığı acıma ve iğrenme duyguları sizi hangi resimlerin, hangi zulümlerin, hangi ölümlerin gösterilmediği sorusunu sormaktan alıkoymamalıdır." diyor Sontag.

Çünkü, "Amerikan gücünün sayısız düşmanına karşı tek denetimli savaşların yürütüldüğü bir çağda, halkın neleri görüp neleri görmemesi gerektiğini belirleyecek politikalar üzerinde hala uzun uzun kafa yorulmaktadır." Burada Amerika diyor ama pek çok özne yerleştirilebilir bu cümleye.

Schindler's List


Buradan biraz daha günümüze gelerek savaş ve dehşet fotoğraflarının geldiği boyutu gözler önüne seriyor Sontag. Savaşların canlı canlı izlettirildiği bir zamanda, bir "an"ın değil de, anlardan oluşan hareketli görüntülerin etkileyiciliği şüphesiz daha farklı. Artık "gerçeklik" anlayışımız da değişiyor çünkü. Fotoğrafların ve görüntülerin gerçekliğinden kuşku duydukça, daha gerçek, daha acı, daha dehşetengiz fotoğraflara sulanıyor ağzımız. Daha şiddet dolu bir görüntü görmedikçe sesimiz de çıkmıyor.

"Kameralar çağında gerçekliğe yönelik yeni talepler söz konusudur. Gerçek olan şeyin yeterince korkutucu olmayabileceği düşünülürse, bu izlenimin pekiştirilmesi, hatta daha inandırıcı biçimde yeniden kurgulanması gerekebilir."

"Fotoğrafların suçlayıcı, muhtemelen de davranışları değiştirici bir içerik kazanması için mutlaka şok edici bir tarafının olması gerekir."

"Vahşet dediğimiz şey, savaş suçu dediğimiz olay, fotografik kanıtlar sunulması beklentisiyle bağıntılıdır. Bu tür kanıtlar genellikle olayların tozu dumanı dağıldıktan sonra ortaya çıkarlar; bir tür kalıntılar gibi. Zaten sonradan berraklaşan gerçeklik, genellikle kıssadan hisselerin en vurucu olanıdır."

Fotoğrafların arkasındaki anlamı ve sürecin nasıl işlediğini anlattıktan sonra artık bu dehşet fotoğrafları ile dikizleyen arasındaki bağı açıklıyor Sontag.

"Peki, bütün bu resimleri sergilemenin yararı nedir? Öfke uyandırmak mı? Kendimizi kötü hissettirmek, yani üzüntüye ve dehşete boğmak mı? Yas tutmamıza yardımcı olmak mı? Vahşetin bugün cezalandırılması mümkün olmayan uzak geçmişte kaldığı dikkate alındığında, böyle resimlere bakmak sahiden gerekli midir? Bu resimleri gördüğümüzde daha iyi mi olacağız? Onlar bize gerçekten bir şey öğretirler mi? Zaten bildiğimiz şeyleri doğrulamaktan öte ne anlamları vardır?"

Bu soruları biraz ironik, biraz sahici yöneltiyor okuyucuya. Araya bir parantez açarak dikizcileri ele alıyor. Bu fotoğraflara bakmak için can atan bizleri. Fotoğrafların gerçekliğini sorgulamadan ya da fotoğrafta yaşanan acıyı, dehşeti yalnızca bir saniye -belki- önemseyip, artık o fotoğrafı kullanmak, paylaşmak ve dağıtmak ne işimize yarıyorsa, onu yapmak.

"Tüyler ürpertici bir araba kazasının yanında, akıp giden bir otoyol trafiğini yavaşlatan etkenin sadece merak olmadığını herkes bilir. Birçok insan için ıstırap verici bir şey görme isteğinin çekiciliği de aynı derecede kuvvetli bir etkendir."

William Hazlitt'in alıntısını bir not olarak düşer. "Niçin gazetelerde durmadan korkunç yangınlar ve şok edici cinayetlerle ilgili haberler okuyoruz? Çünkü 'fesatlık tutkusu', zulmetme tutkusu, insanoğluna sempati duygusu kadar doğal gelmektedir."

Bu acılar hep uzaktaki acılardır. Biz'den olmayan, bize uzak. O yüzden bakmamız daha kolaylaşır. Dolayısıyla aklımızdan çıkarıp atmamız da.

Gohar Dashti - İran - Today's Life and War


"Bu benim başıma gelmiyor", "Ben hasta değilim", "Ben ölmüyorum", "Ben bir savaşta kapana kısılmış değilim"; insanların, başkalarının çileleri hakkındaki düşünceleri akıllarından defetmeleri normal görünmektedir."

"İnsanlar oldukları yerde kendilerini güvende hissettiklerinde başkalarına karşı kayıtsızlaşırlar."

Bu fotoğrafların sayısı ve yoğunluğu gitgide arttıkça farkındalığın ve duyarlılığın boyutu da değişiyor. Şiddet fotoğraflarını sadece gazete ve dergilerde değil, vakit geçirmek ve eğlenmek için gezindiğimiz sosyal medyada 15 yaşındaki bir çocuğun paylaşımında da görebiliyorsak, bu tür fotoğrafların gerçekliği bizi ne kadar etkileyebilir? Fotoğrafın gösterdiğini mi yoksa 15 yaşında bir çocuğun bu dehşet fotoğrafa erişebilmesinin yol açacağı sorunları mı düşünmemiz gerek?

"Kitle kültüründe kabul edilebilir şiddet ve sadizmin düzeyi giderek artmaktadır. Kırk yıl önce burun kıvrılarak ve tiksintiyle irkilerek bakılan şeyler artık bütün çocukların gözlerini bile kırpmadan izledikleri görüntülerdir."

"Yeni teknolojiler bizi dur durak bilmeyen bir bombardımana tutmaktadır. Ve biz kayıtsızca izlemeye devam ettikçe onların da bize felaket ve vahşet görüntüleri yağdırmaya devam edeceklerinden şüphe edilmemelidir."

"İçerikle, daha düşünceye temellenen bir bağ kurmak belli bir farkındalık yoğunluğu gerektirir. Bu da medyanın parçalayıp bir araya getirdiği görüntülerle zayıflatılmış olan, içeriği boşaltılmış, dolayısıyla duyguların da ölümüne katkıda bulunan bir farkındalıktır."

Susan Sontag şu an benim desteklediğim bir düşünceyi, fotoğrafı etkileyen iki yaygın fikir olarak sunuyor. Birincisi "halkın ilgisini medyanın ilgi gösterdiği şeylerin, yani görüntülerin yönlendirdiği", ikincisi de "görüntülere doymuş bir dünyada gerçekten önemli olan şeylerin etkisinin giderek azaldığı". Tam da böyle düşünüyorum. Medya manipüle edilebilir bir şeydir ve aynı zamanda manipüle etme gücü de yüksektir. İnsan zihni "sorgulama" seçeneğinden vazgeçerse kolayca yönlendirilebilir, değiştirilebilir. İnandığımız değil de "inandırıldığımız" gerçeklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Görmediğimiz şeye inanmadığımız bir zamandayız. Bir şeyin bizim dikkatimizi çekmesi için "seyirlik" olması gerekiyor. Ama gördüğümüzün gerçek olup olmadığı önemli değil. Bu yüzden burada gerçekleşen bir şiddet olayının kanıtı, başka bir yerde gerçekleşmiş şiddet olayının fotoğrafı oluyor. Bu "yalan" kanıtlar sunan görüntüler sandığımız kadar az tehlikeli de değil. "Bu süreçte yıpranan şey aslında gerçeklik duygusudur." diyor Sontag. Bir duygu olan gerçeklik yıprandıkça, gerçek olan için harekete geçme şansımız da sıfıra düşüyor. Gerçekle yalanın bu kadar iç içe geçtiği bir zamanda duyarlılığımız da gitgide azalıyor.

Sergey Ponomarev - Yunanistan Lesvos - Syrian Refugees


Daha az duyarlı hale gelmemizin önemli bir başka nedeni de bizim büyük çaresizliğimiz. Bir dehşet fotoğrafı karşısında en çok sarsılan insanda bile eğer yapabileceği bir şey olmadığı düşüncesi yerleşirse, o zaman o fotoğraf da saniyelik bir şok etkisi bırakarak yok olup gidiyor.

"İnsanların dehşet manzaralarına karşı daha az duyarlı hale gelmelerinin sebebi, bir savaşın böyle tepkilerle durdurulabileceğine inanılmamasıdır. Oysa şefkat, zaten istikrarsız, gelgeç bir duygudur. Eğer eyleme dönüştürülmezse yok olup giden bir duygudur. Burada sorun, uyandırılmış, ayağa kaldırılmış duyguların, aktarılmış olan bilgilerin nasıl eyleme dönüştürüleceğidir. 'Bizim' yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığı, ayrıca 'onların' da yapabileceği bir şey olmadığı duygusu yaygınlaşırsa, o zaman insanlar böyle haberlerden sıkılmaya, giderek tepkisizleşmeye ve iyice atalete kapılmaya başlarlar."

"Ne kadar çok sempati duyarsak, acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığı duygusuna kapılmamız da o ölçüde kolaylaşır. Sempatimiz, acizliğimizin yanı sıra masumiyetimizin de ilanıdır."

Susan Sontag'ın sonunda nereye varacağını merak ettim. Çünkü ortada iki seçenek var: Birincisi, bu görüntülerin bir bombardıman halinde devam etmesi -ki günümüzde olan bu; Susan Sontag da muhtemelen bu günleri öngörerek bir sonuca varmıştır-, ikincisi de dehşet ve şiddet görüntülerini ortadan kaldırmak. Ortada bir yerde, bir denetimin olması, en azından bu görüntülerin çocukların ulaşamayacağı bir yere kaldırılması mümkün bir seçenek gibi görünmüyor.

"Vahşet ve kıyım görüntülerinin miktarı azaltılsın, haftada bir mi yayınlansın yani? Daha genel bir bakışla, üzerinde çalıştığımız bir görüntüler ekolojisi yaratılması mı arzulanıyor? Oysa, görüntüler ekolojisi diye bir şey olmayacak. Ayrıca Medya Gardiyanları'ndan bir heyet kurulup, böyle bir kurulun görüntülerin şok etkisi her daim taze kalsın diye ince dehşet ayarları yapmakla uğraşacağını da kimse iddia edemez."

"Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı, cehennem ateşinin nasıl söndürüleceği konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize. Yine de, başkalarıyla paylaştığımız şu dünyada, bazı insanların, insanların kötücüllüğü ve sapkın yanlarının ne denli ıstıraplara yol açtığını bilmesi ve bu konuda görüşlerini derinleştirmesi kendi içinde hala olumludur."

"Bırakın vahşet resimleri hayalet gibi etrafımızda dolansınlar. Onlar yalnızca basit araçlar olsalar ve işaret ettikleri gerçekliğin büyük kısmını kapsamaları mümkün olmasa bile, hala hayati bir işlevi yerine getirmektedirler. O görüntüler bize şunu söyler: İşte bu, insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekler, yapmaya gönüllü olabilecekleri şeyin resmidir. Bunu unutmayın."


Emad Samir - Bath Time Gaza




Bu tür fotoğraflardan ve görüntülerden kaçmanın, kanal değiştirmenin, bakmamanın bir duyarsızlık göstergesi olmadığının da altını çiziyor Sontag. En azından bir filtreye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Şiddete alışmamak, şiddeti gündelik hayatın bir parçası haline getirmemek, farkındalık ve duyarlılık eşiğini yükseltmemek ama en önemlisi de gerçeklik duygusunu yitirmemek için bakmayı tercih ettiğimiz görüntülere dehşet ayarını kendimiz yapabiliriz.

Sontag dehşet fotoğraflarının bu şekilde devam etmesine karar veriyor ama fotoğrafların anlatması gerektiği şeyi ve misyonunu özellikle vurguluyor. Bu fotoğraf 1 dakika şefkat göstereceğin ve sonra unutup gideceğin bir fotoğraf olmamalı.

"Böylesi görüntülere, devlet gibi yerleşik güçlerin yol açtığı kitlesel acılara karşı duyarlı olmak, bunlar üzerinde düşünmek, bunlardan ders çıkarmak ve bu haksızlıkları rasyonelleştirmeye yönelik çabaları irdelemek için çıkarılmış bir davetiye olmaktan öte bir anlam yüklemek kesinlikle yanlıştır: Bu nitelikteki bir fotoğrafın gösterdiği tabloya kim(ler) sebebiyet vermiştir? Bundan kim(ler) sorumludur? Bu akibet affedilebilir bir durum mudur? Böyle bir sonucun ortaya çıkması kaçınılmaz mıydı? Peki açıktan cephe alarak meydan okumamız gerektiği halde, fiilen kabullenmemiz gereken bazı durumlar var mıdır? Tüm bunları dikkate aldığımızda, şefkat gibi ahlaki bir tepkiyle bir eylem sürecinin belirlenemeyeceği açıkça ortadadır."

Sontag'ın söyledikleri üzerine hala düşünüyorum. Bu tür fotoğraflardan kaçıyor oluşumuz, bu sorumluluğu almaktan kaçtığımızı, çaresiz olduğumuzu ve bu soruları kendimize sormak istemediğimizi mi gösteriyor, yoksa gerçeklik duygusunu yitirmemek için mi görmek istemediğimiz görüntülerden kaçıyoruz, hala bilmiyorum. Ama her sabah şiddet fotoğraflarıyla uyanıp, her gece şiddet fotoğraflarıyla da uyusak, o fotoğrafların gösterdiği gerçeğin binde birini anlamamız mümkün değil. Sontag da böyle bitiriyor cümlelerini:

"Bizim, savaşın neye benzediğini gerçekten tasavvur etmemiz mümkün değildir. Biz savaşın ne kadar korkunç, ne kadar dehşetengiz bir şey olduğunu ve ne kadar normal hale geldiğini tahayyül edemeyiz. Fakat, bir süre ateş altında kalmış ve yanı başında başkaları vurulup düşerken ölümün pençesinden kurtulmuş her talihli askerin (her talihli gazeteci, yardım kuruluşu görevlisi ve bağımsız gözlemcinin) değişmez duygularla hissettiği şey budur. Ve haklı olan onlardır."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder