Kim Bu Judith?

Cuma, Haziran 24, 2016

Ecosia-layalım!



Birkaç ay önce mini mini bir arama motoruyla tanıştım. Ondan önce küresel ısınma ile ilgili bir yazı yazmıştım. Beni nasıl derinden etkilediğini ve bunu durdurmak için kendi çapımda bir şeyler yapmaya çalıştığımı söylemiştim. Ecosia da böyle bir düşünceye sahip olan birisi tarafından oluşturulan bir arama motoru. Alman Christian Kroll, dünyanın farklı yerlerine yaptığı yolculuklardan sonra, dünyanın ormana ihtiyacı olduğunu, bir ağaçla tüm bu yok oluşu durdurabileceğini anlamış ve bu amaca hizmet etmesi için bir arama motoru oluşturmuş. "Turning deserts into forests" sloganıyla yola çıkan Ecosia ekibi 2009 yılında kolları sıvamışlar. Ancak en büyük etkiyi 2015 yılında 3 milyon ağaç dikerek gerçekleştirdikleri için son zamanlarda kullanıcıları da arttı. Şu an 2 milyon aktif kullanıcıları var ve evet, 3 milyon ağaç dikmişler; hem de arama motoru aracılığıyla. Nasıl mı?

Ecosia, Yahoo ve Bing gibi arama motorlarının teknik desteğini alıyor ve reklamlarını kullanıyor. Ecosia arama motorunu bilgisayarımıza ya da telefonumuza kuruyoruz ve biz arama yaptıkça Ecosia'ya 0.5 cents kadar bir katkı sağlamış oluyoruz. Google reklamları gibi, Ecosia'daki reklamlara tıkladıkça da Ecosia'ya para kazandırmış oluyoruz. Ecosia bu paraları ne yapıyor? Ekip, gelirlerin %20'sini kendi ihtiyaçlarına (maaş, teknik işler, vergiler vs.) ayırıyor, %80'ini ise Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF) Amazon'daki yağmur ormanlarını koruma projesine bağışlıyor. Sitelerinden alıntı yapıyorum:

"Ecosia uses its search and revenue to plant trees in Burkina Faso in Africa, bringing water, plants and animals back to drought-ridden areas. The revived land means more jobs, healthier livestock and more independent people. A stronger local economy allows both women and men to earn their own income, meaning more children can go to school. Our forests are part of the international effort to build a Great Green Wall across Africa for increased environmental, social and economic prosperity."

Amaç kutsal. Bir ağaçla her şeyi başlatıp, tüm bölgenin insan-çevre-ekonomi olarak kalkınmasını sağlamak, bunu da tüm insanların katkı sağlayabileceği bir yöntemle yapmak... Dünyanın en zekice işine imza attın Mr. Kroll. Saygılar.

Ecosia hayır amaçlı kurulmuş, kar gütmeyen bir kuruluş da değil. Kazandıkları gelirin %80'ini bağışladıkları için social business kategorisine giriyorlar. Bütün Türkiye'nin merak ettiği soruyu sorayım: "Nerden bileceğiz gerçekten ağaç diktiklerini? Paraların hepsini cebe atmadıklarını nerden biliyoruz?" Ecosia'nın iyi niyet elçisi olarak hemen cevaplıyorum: Ecosia, full financial transparency, yani mali şeffaflık ilkesini benimsiyor. Websitelerinde, "Business Reports" ve "Donation Receipts" sekmelerinde, her ay bütçelerini, gelir gider tablolarını, mali raporlarını, bağış faturalarını paylaşıyorlar.

Google'dan vazgeçemeyenler için, -teknik terimlerini bilmiyorum- Ecosia'yı Google'ın içinde de kullanabiliyoruz. Ben şahsen, komplike bir şeyler aratmadığım zamanlarda Ecosia'yı kullanıyorum. Ecosia yaptığınız yardımın somut olduğunu göstermek için, sayfanın sağ üst köşesine bir sayaç yerleştirmiş. Ecosia'da her arama yaptığınızda sayaç kaç tane ağaç diktiğinizi gösteriyor. Ama bunlar sembolik sayılar; her arama bir ağaç dikmeye yetecek kadar para kazandırmış olmuyor. Sizin kaç tane ağaç dikimine "katkı" sağladığınızı gösteriyor. Misal, benim bilgisayardaki sayacım 42'yi gösteriyor. Bu, benim 42 tane ağacın dikiminde payım olduğu anlamına geliyor. Ve bir şey söyleyeyim mi? Çok iyi hissettiriyor! Düşünsenize, hava durumunu aratıp, havanın yağmurlu olmasına sinirleniyorsunuz, ama bir yandan da dünyanın başka bir yerinde çöle ağaç dikiyorsunuz. Yok eden biziz, bari sorumluluk alıp zincirin bir parçası olalım. Göz kırpmak kadar kolay bir işi yapıyorken, yaşadığımız dünyaya bir faydamız dokunsun. Sebastiao Salgado gibi, kurak bir yeri koskoca bir milli parka dönüştürecek gücümüz de yok, isteğimiz de yok belki. Ama en azından bu işin bir ucundan da biz tutalım.

Ecosia nedir?: https://info.ecosia.org/what
Ecosia, wikipedia: https://en.wikipedia.org/wiki/Ecosia
Ecosia nasıl çalışır? https://www.youtube.com/watch?v=zo93M_6Xl50
Ecosia'nın kurucusu Christian Kroll'la 10 Soru-Cevap: https://www.youtube.com/watch?v=uqeR0D1nC5Y

Salı, Haziran 07, 2016

Mark Eliyahu - Journey

Sebastiao Salgado - Migrations- Humanity in Transition albümünden. 


Şimdi, ne yapıyorsak bırakıp şu şarkı için 4:29 dakikalık bir saygı duruşunda bulunabilir miyiz lütfen? Teşekkür ederim.

İsmiyle müsemma şarkıları pek bir severim. Bugün temamız, yolculuk. Şu ara ne zaman bir işe odaklanmam gerekse, kafamı dağıtmak istesem, uyuyamadığımda, çok uykum geldiğinde, sabah güneşiyle, akşam ay gökyüzüne asıldığında, üzgünsem, mutluysam, sinirliysem, açsam... Evet, yani her an, fonda bu müzik çalıyor. Sürprizli bir şarkı; Masar gibi, Majaz gibi, Hanin gibi, Jump gibi.. Sakin bir nehirde küçük kayığınla sessiz sessiz gidersin hani, sonra bir anda bir akıntı alıp kayığını götürür sen ne olduğunu anlamadan. Yemek yaparken, sebzeleri doğrarsın da hani o keskin bıçak bir anda parmağını keser. İşte o anlık ama keskin acı. Ya da güneşli, açık bir havada bir anda bulutlanır gökyüzü, sağanak bir yağmur başlar. Ahmak ıslatan derler adına. Hah, işte. Ahmak ağlatan şarkı bu. Yolculuk işte.. Çıkarsın, yollar seni iyi bir yere de götürebilir, kötü bir yere de. Sonunda ne olacağını Allah bilir. "Journey to unknown"

Bu yazıyı yazarken Mark Eliyahu rastalı saçlarıyla kemençesini ağlatıyor. *goosebumps* Şarkıyı bir daha, bir daha dinleyeceğim diye Ecosia'da 10 tane daha ağaç dikmiş oldum. Win win!

Bu blog iyice kültür-sanat blogu olmaya başladı ama neyse. Biraz daha dinleyeyim de derimin altına nüfuz etsin notalar.


Perşembe, Mayıs 12, 2016

Virginia Woolf Bize Sesleniyor

...

Burada keserdim ama gelenekler, her konuşmanın kapanış sözleriyle bitirilmesini gerektiriyor. Kadınlara hitaben söylenecek bu sözler, kabul edersiniz ki, özellikle yüceltici ve yükseltici olmalı. Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok daha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatle araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması her şeyden daha önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.

...

Hayatı nasıl ele alacağınız hakkında sizi daha başka nasıl yüreklendirebilirim? Genç hanımlar, diyebilirim, ve dikkat edin kapanış konuşması başlıyor, benim nazarımda sizler utanç verecek derecede cahilsiniz. Önemli sayılacak hiçbir keşifte bulunmadınız. Hiçbir imparatorluğu sarsmadınız, ya da bir ordunun başında savaşa gitmediniz. Shakespeare'in oyunlarını siz yazmadınız, bir barbar kavimi asla uygarlıkla tanıştırmadınız. Mazeretiniz ne? Dünyadaki, hepsi de alışverişle, işletmelerle ve sevişmekle meşgul olan siyah, beyaz ve esmer tenli insanlar kaynayan sokakları ve meydanları ve ormanları işaret ederek başka işimiz vardı diyebilirsiniz, içiniz rahat olarak. Biz olmasaydık bu denizlerden gemiler geçmez, şu verimli topraklar çöl olurdu. Biz, istatistiklere göre şu anda yaşayan bir milyar altı yüz yirmi üç milyon insanı doğurduk, besledik, yıkadık ve eğittik, belki altı-yedi yaşına kadar, ve bu da, bir kısmının yardımla olduğunu göz ardı etmeyelim, epeyce zaman alır.

Sözlerinizde gerçek payı var -inkar etmeyeceğim. Ama aynı zamanda, 1866 yılından beri İngiltere'de kadınlar için iki yüksek okul bulunduğunu size hatırlatabilir miyim; 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkı kazandığını; 1919 yılında -ki aradan tam dokuz yıl geçmiştir- seçme hakkı kazandığını? Şunu da hatırlatabilir miyim ki, neredeyse on yıldır pek çok meslek sizlere kapılarını açmıştır. Bu geniş ayrıcalıkları ve onlardan ne kadar zamandır yararlanıldığını düşünürseniz, ve şu anda iki bin kadar kadının şu ya da bu şekilde yılda beş yüz pounddan daha fazla kazandığını unutmazsanız, o zaman fırsat, eğitim, teşvik, boş zaman ve para yokluğunun artık geçerli olmadığı konusunda bana hak verirsiniz. Ayrıca iktisatçılar bize Mrs. Seton'un çok fazla çocuk yaptığını söylüyorlar. Elbette çocuk doğurmaya devam edeceksiniz, ama ikişer üçer, öyle deniyor, on-on iki tane değil.

Böylece, elinizde biraz zamanla, kafalarınızın içinde de kitaplardan öğrendiklerinizle -öteki türlüsünden yeterince aldınız, sanırım okula da kısmen eğitim görmemek üzere gönderildiniz- çok uzun, çok zahmetli ve son derece muğlak kariyerinizin bir başka evresine adım atmalısınız. Ne yapmanız gerektiği ve nasıl bir sonuç alacağınız konusunda fikir vermek üzere bin kalem hazır bekliyor. Benim önerim biraz fantastik, itiraf ediyorum; bu nedenle onu kurmaca şeklinde sunmayı yeğliyorum.

Bu konuşmam sırasında Shakespeare'in bir kız kardeşi olduğunu söylemiştim; ama Sir Sidney Lee'nin, şairin hayatı üzerine hazırladığı çalışmada aramayın o kızı. Genç yaşta öldü -ne yazık ki tek bir sözcük bile yazmadı. Şimdi otobüs duraklarının olduğu bir yerde gömülü, Elephant ile Castle'ın karşısında. Ben, tek bir sözcük bile yazmayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hala yaşadığına inanıyorum. Sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor, ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pek çok kadının içinde. Ama o yaşıyor; çünkü büyük şairler ölmezler; onlar süregiden varlıklardır; bizlerin arasında ete kemiğe bürünüp dolaşmak için fırsatları yoktur sadece. Bu fırsatı ona vermek sizin elinizde artık diye düşünüyorum. Çünkü inanıyorum ki, bir yüz yıl kadar daha yaşarsak -hakiki hayat olan ortak hayattan söz ediyorum, bireysel yaşadığımız ayrı ayrı, küçük hayatlardan değil- ve herbirimizin eline yılda beş yüz pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür yaşarsak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; ortak kullanılan oturma odasından biraz çıkabilirsek ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek; ve gökyüzünü de ve ağaçları da ya da içinde ne varsa onu görürsek; Milton'un kötü ruhundan bakışlarımızı çevirirsek, çünkü hiçbir insan kapatmamalıdır manzaramızı; tutunabileceğimiz bir kol olmadığı gerçeğiyle, çünkü bu bir gerçek, yüzleşebilirsek, yalnız başına yol aldığımızıi ilişkimizin sadece erkekler ve kadınların dünyasıyla değil, gerçeklerin dünyasıyla olduğunu bilirsek, o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare'in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir. Kendisinden önce abisinin yaptığı gibi, hayatını, öncülleri olan meçhul kadınların hayatından çekip alarak doğacaktır. Böyle bir hazırlık yapılmadan, biz bir çaba harcamadan, o yeniden doğduğunda yaşamasını ve şiirini yazmasını mümkün kılacak kararlılığımızı göstermeden gelmesini bekleyemeyiz, çünkü bu imkansız. Ama şuna inanıyorum ki, bizler onun için çalışırsak gelecektir, ve yoksulluk ve karanlık içinde bile olunsa, böyle bir çalışma yapmaya değer.


Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda - syf. 119-123

Kendine Ait Bir Oda'dan Notlar - 2

http://quotes.lifehack.org/media/quotes/quote-Virginia-Woolf-a-woman-must-have-money-and-a-92466.png adresinden alınmıştır.


Bir roman gerçek hayatla böyle uyuştuğu için değerleri de bir ölçüde gerçek hayatın değerleridir. Ancak belli ki kadınların değerleri karşı cins tarafından konulan değerlerden sıklıkla farklı; doğal olarak böyledir bu. Ne var ki geçerli olan erkeklerin değerleridir. Kabaca söylersek, futbol ve spor "önemlidir"; modaya düşkün olmak, giysiler satın almaksa "önemsiz". Ve kaçınılmaz olarak bu değerler hayattan alınıp kurmacaya taşınırlar. Savaşı konu edindiği için bu önemli bir kitap, diye karar verir eleştirmen. Bu kitapsa önemsiz, çünkü bir salondaki kadınların duygularını konu edinmiş.

Bütün o eleştirilerin karşısında, o tamamı ataerkil toplumun ortasında, ürkmeden bakarak, kitaplarına sıkı sıkı sarılabilmeleri için kimbilir nasıl bir yetenek, nasıl bir tutarlılık gerektirmişti. Bunu sadece Jane Austen ve Emily Bronte başardılar. Onların şapkalarındaki belki de en hafif tüydü bu. Onlar erkek gibi değil, kadın gibi yazdılar.

İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit  var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.

Ne yazık ki yapmamaya karar verdiğim şeyi yapmıştım; düşünmeksizin kendi cinsimi övmeye girişmiştim. "Epeyce yetiştirilmiş" - "son derece çetrefil" - bunlar kesinlikle övgü sözcükleriydi ve insanın kendi cinsini övmesi her zaman kuşku uyandırırdı, çoğunlukla da budalacaydı, hem bu örnekte nasıl haklı gösterebilirdim kendimi? Haritanın başına gidip Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfettiğini ve kendisinin bir kadın olduğunu söyleyemezdim ya; ya da elime bir elma alıp Newton'un yerçekimi yasasını bulduğunu ve bir kadın olduğunu söyleyemezdim; ya da göğe bakıp tepemde uçakların uçtuğunu, uçakları kadınların icat ettiğini de söyleyemezdim. Duvarda kadınların tam boyunu gösteren bir işaret çizgisi yok. İyi bir annenin niteliklerini, ya da bir kız evladın bağlılığını ya da bir kız kardeşin sadakatini ya da bir kahyanın yeteneklerini ölçebileceğimiz, düzgünce milimetrelere ayrılmış uzunluk ölçüleri yok.

Çünkü kadınlar milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öylesine zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara, iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır. Ancak kadınların yaratıcılığı erkeklerinkinden çok farklıdır. Asırlar süren çok katı bir disiplin sonunda kazanılmıştır, yerini de hiçbir şey alamaz, bu yüzden engellenirse ya da ziyan edilirse çok yazık olur, diye düşünürüz. 

Ne olursa olsun deniyordu Mary Carmichael. Onun bu sınav için uzatmasını izlerken ona seslenen, uyaran, öğüt veren piskoposları ve dekanları gördüm, doktorları ve profesörleri, patrikleri ve pedagogları gördüm ve keşke Mary görmese dedim. Bunu yapmamalısın, şunu yapmayacaksın! Çimenlere sadece öğretim üyeleri ve öğrenciler basabilir! Elinde tavsiye mektubu olmayan hanımlar giremez! Hevesli ve zarif kadın romancılar şu taraftan! Yarış alanındaki çitin arkasında bekleşen kalabalıklar gibi bırakmadılar peşini, onun görevi, sağa da sola da bakmadan kendi çitine ulaşmaktı. Lanet etmek için durursan, yolunu kaybedersin dedim ona; gülmek için durursan da. Tereddüt edersen ya da beceremezsen işin biter. Sadece atlayışı düşün, diye yalvardım ona, sanki bütün paramı ona yatırmışım gibi; o da kuş gibi tekrarladı dediklerimi. Ama ilkinin ötesinde bir çit daha vardı, onun da ötesinde bir tane daha. Dayanacak gücü olup olmadığını bilmiyordum, çünkü alkışlar ve çığlıklar sinir bozucuydu. Ama o elinden geleni yaptı. Mary Carmichael'in üstün yetenekli olmadığını, oturma odası olarak da kullandığı yatak odasında ilk romanını yazan, zaman, para ve tembellik gibi arzulanan şeylere yeterince sahip bulunmayan, tanınmamış bir kız olduğunu düşünürsek, yine de fena iş çıkarmamış diye düşündüm.

Kitabı açtım. Gerçekten de hoşuma gitti yeniden bir erkeğin yazdıklarını okumak. Kadınların yazdıklarından sonra ne kadar dolaysız, ne kadar açık sözlü geldi bana. Nasıl da bir düşünce özgürlüğü, kişisel özgürlük ve kendine güven sergiliyordu. İnsan kendini bu iyi beslenmiş, iyi yetiştirilmiş, asla engellenmemiş ya da karşı çıkılmamış, doğumundan başlayarak istediği yöne yayılması için alabildiğine serbest bırakılmış özgür zihin karşısında bedensel olarak sağlıklı hissediyordu.Bütün bunlar takdire değerdi. Ama bir, iki bölüm okuduktan sonra sayfanın üzerine gölge düşer gibi oldu. Dümdüz siyah bir çizgiydi, 'I' harfine benzeyen bir gölge. Arkasındaki manzarayı görebilmek için bir o yana bir bu yana kaçmaya başladım. Ağaç mıydı yoksa yürüyen bir kadın mıydı, emin olamadım. Durmadan 'I' harfine dönüyordum. 'I'dan bıkmaya başladım. Bu 'I' son derece saygın bir 'I' idi; dürüst ve mantıklı; ceviz gibi sert, iyi bir eğitimle, iyi beslenerek yıllardır terbiye edilmişti. Bütün kalbimle saygı ve hayranlık duyuyorum o 'I'ya. Ama en kötüsü, 'I' harfinin gölgesinde kalan her şey pus içindeymiş gibi şeklini yitiriyor. (V. Woolf burada 'I' harfini 'ben' anlamında kullanarak metafor yapıyor.) Bu bir ağaç mı? Yo, bir kadın. Ama... Bedeninde bir tek kemik yok, diye düşündüm, sahilden bana doğru gelen Phoebe'ye bakarken, çünkü adı buydu. Sonra Alan ayağa kalktı, Alan'ın gölgesi hemen Phoebe'yi yok etti. Alan'ın görüşleri vardı çünkü ve Phoebe onun görüşlerinin selinde boğuldu. 

İnsanın zihninde kadınla erkek arasında işbirliği oluşmalıdır ki yaratıcılık tamamlanabilsin. Zıtlıkların evliliği tamamlanmalıdır. Yazarın deneyimlerini bize kusursuz bir bütünlük içinde aktardığı duygusunu edinebilmemiz için zihnin tamamı apaçık serilmelidir önümüze. Hem özgürlük olmalıdır hem de huzur. Ne bir tekerlek gıcırdamalı ne de bir ışık parlamalıdır. Perdeler sımsıkı kapatılmalıdır. Deneyimi tamamlanınca yazar sırtüstü yatmalı ve zihninin, düğününü karanlıkta kutlamasına izin vermelidir, diye düşündüm.

Bütün bu cinsiyeti cinsiyete, niteliği niteliğe vurmak; üstünlük taslamak ve aşağılıkla itham etmek insanın ortaöğretim yıllarında, taraf tuttuğu, bir tarafın ötekini alt etmesinin gerekli olduğu, bir platforma çıkıp okul müdürünün elinden süslü püslü bir kupa almanın büyük önem taşıdığı çağa ait şeylerdir. İnsanlar olgunlaştıkça taraf tutmaktan vazgeçerler, okul müdürlerine ya da süslü kupalara inanmaktan da.

Ölçme işi bir meşgale olarak keyif verse de bütün işler içinde en yararsız olanıdır. Ölçenlerin kararlarına boyun eğmek de çok aşağılık bir tavırdır. Önemli olan yazmak istediğinizi yazmanızdır; çağlar boyunca mı bir kaç saatliğine mi önemi olacağını kimse bilemez. Ama elinde gümüş bir kupa tutan okul müdürüne ya da kolunun altında ölçü çubuğuyla bir profesöre saygıdan dolayı hayalinizin başından bir tel saç, renginden bir ton feda etmek en iğrenç ihanettir. Bununla kıyaslandığında, servetin ve iffetin feda edilmesi -ki bir zamanlar insanın başına gelebilecek en büyük felaket denirdi buna- pire ısırığı kadar kalır.

Meseleyi bundan daha açık kimse ortaya koyamazdı. "Zavallı şair ne günümüzde ne de son iki yüzyıldır en ufak bir fırsat bulamamıştır. İngiltere'de yoksul bir çocuğun, büyük yapıtların doğduğu o entelektüel özgürlüğe kavuşma umudu, Atinalı bir kölenin oğlununkinden biraz daha fazladır." İşte bu. Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Kadınlarsa hep yoksul olmuşlardır. Sadece iki yüzyıldır değil, dünya kurulalı beri. Kadınlar Atinalı kölelerin çocukları kadar bile entelektüel özgürlüğe sahip olmadılar. O zaman kadınların şiir yazmak için en ufak bir şansları yoktu. İşte bu yüzden paranın ve kendine ait bir odanın önemini vurguladım.

Çarşamba, Mayıs 04, 2016

Star Wars Episode 1-2-3

http://wrathfuldove.org/wp-content/uploads/2015/12/starwars_prequel_posters.jpg adresinden alınmıştır.


Star Wars Episode I – The Phantom Menace – Yıldız Savaşları Bölüm 1 – Gizli Tehlike

Yönetmen: George Lucas

Senaryo: George Lucas

Oyuncular: Liam Neeson, Ewan Mc Gregor, Natalie Portman, Jake Lloyd

Vizyon Tarihi: 1 Ekim 1999

“Galaksi Cumhuriyet kargaşa içindeydi. Uzak yıldız sistemlerinin ticaret yollarının vergilendirilmesi konusunda anlaşmazlığa düşülmüştü. Ölümcül savaş gemilerinin ablukasıyla sorunu çözmeyi uman aç gözlü Ticaret Federasyonu küçük Naboo gezegenine yapılan tüm seferleri durdurmuştu. Cumhuriyet Kongresi, aralıksız, bu endişe verici olaylar zincirini görüşürken, Yüksek Başkan anlaşmazlığı yatıştırmaları için galaksideki özgürlük ve adaletin koruyucuları olan iki Jedi şövalyesini gizlice oraya göndermişti.”

The Phantom Menace için Star Wars hayranları tam 16 sene bekledi. George Lucas ikinci üçlemenin çekileceğini duyurduğunda herkes merakla filmleri beklemeye koyuldu. İlk üç film, yani dördüncü, beşinci ve altıncı bölümler öyle başarılar elde etti ki George Lucas’a olan güven sonsuzdu. Star Wars serisi kendi dönemi için devrim niteliğindeydi. İnsanların hayatına bir anda siyah bir samanyolunda akan metinler, lightsaberlar (ışın kılıçları), pod raceler (uzay aracı yarışları), the Force (güç), Yoda’nın devrik cümleleri, Darth Vader, Galactic Empire, Sith gibi birçok kavram ve olay muhteşem efektler ve John Williams’ın efsanevi müzikleri eşliğinde girmişti. 16 yıl boyunca dillerden düşmeyen hikaye The Phantom Menace ile devam edecekti. “Every saga has a beginning.” (Her efsanenin bir başlangıcı vardır.) sloganına sahip olan film, dört, beş ve altıncı filmlerde izlediğimiz olayların aslında nasıl başladığını, iyi-kötü mücadelesinin neye dayandığını ve en önemlisi kötülerin kötüsü Darth Vader’ın nasıl bu hale geldiğini anlatacaktı. Bu nedenle serinin en önemli filmiydi. Yeni film öyle merakla beklendi ki, ilk trailer yayınlandığında insanlar sadece The Phantom Menace’ın trailerını izlemek için, başka bir filme tam bilet alıp, trailerı izledikten sonra sinema salonundan ayrıldılar. Ancak maalesef The Phantom Menace, beklentileri karşılamadı. Serinin en ağır eleştirilere maruz kalan filmi olarak tarihe geçen The Phantom Menace, Star Wars’ın en zayıf halkası olarak nitelendirildi. Bunun sebeplerine geçmeden önce filmin konusunu hatırlayalım.

Naboo’ya barış ve adaleti sağlamak için gönderilen iki Jedi Qui Gon Jinn (Niam Leeson) ve onun padawanı (çırak) Obi Wan Kenobi (Ewan McGregor) Ticaret Federasyonunun yetkililerini beklerken Karanlık Taraf’ın, yani Sith’lerin Lordu olan Darth Sidious tarafından öldürülmeye çalışılır. Ticaret Federasyonunun iletişimini kestiği Naboo’ya ulaşmak için sürekli kaçmak zorunda kalan iki Jedi, yolda Gunganlı Jar Jar Binks ile karşılaşır. Jar Jar sular altındaki şehrinden kovulmuş oldukça sakar bir yaratıktır. Jar Jar’ın şehrine gittiklerinde Qui Gon şehrin başkanı Boss Nass’ı zihin kontrolü yoluyla ikna eder ve bir araç tahsis etmesini sağlar. Jar Jar’ın da onlara katılmasıyla Naboo’ya yolculuk başlar.

Naboo kraliçesi güzeller güzeli Amidala’yı (Natalie Portman) korumak için geldikleri Naboo’da Amidala’nın Federasyonun elinde olduğunu öğrenirler. Amidala’yı ve yanındakileri kurtararak Coruscant’a gitmek için hazırlanan Jedileri büyük bir sorun bekler. Gemileri büyük hasar almıştır. Astrodroid olan R2-D2 sorunu çözse de gemi onları yalnızca Tatooine’e kadar götürür. Federasyonun çok etkin olmadığı bu küçük şehirde gemiyi onarmak için parçaları bulmaya giden Qui Gon, R2-D2, Jar Jar Binks ve kraliçenin yardımcısı Padme girdikleri bir dükkanda dükkanın sahibi Watto’nun kölesi küçük Anakin Skywalker ile tanışırlar. Anakin onları annesiyle birlikte yaşadıkları evine davet eder. Tatooine’de geçerli olan paraya sahip olmayan Jediler’in takas edecekleri herhangi bir şeyleri de yoktur ve bu küçük şehirde kalırlar. Anakin, Qui Gon Jinn’e, bu Jedi ustasının kendisini kurtardığını gördüğü rüyasını anlatır ve Qui Gon bu çocukta özel bir şeyler olduğunu farkeder. Gemiyi tamir etmek için gereken parayı birkaç gün sonra yapılacak Pod yarışlarında kazanabileceğini söyleyen Anakin yarışta birinci olarak kendisindeki Jedi Gücünü Qui Gon’a göstermiş olur. Qui Gon Anakin’in sahibi Wotto’yla Anakin’in özgürlüğü konusunda anlaşma yapmıştır. Genç Skywalker’a yaptığı kan testi sonunda yalnızca Jedilerde bulunan midichlorianın bu küçük çocukta bol miktarda bulunduğunu görür ve onun “the chosen one” (seçilmiş kişi) olduğunu anlar. Artık yapılacak tek şey Anakin’i Jedi tapınağına götürüp konseye tanıtmak ve onu bir Jedi ustası olması için eğitmektir.

Filmin ağır eleştirilere maruz kalmasının ilk ve doğal nedeni, serinin ilk üçlemesini izleyen 15-16 yaşındaki çocukların The Phantom Menace yayınlandığında artık bir yetişkin olmaları. Bu nedenle aslında ilk üçlemede de yer alan ama göze batmayan bazı Disneyvari efektler ve karakterler artık izleyicide olumsuz bir etki yapıyor. Buna karşın The Phantom Menace gerçekten de birçok özelliği ile çocuk filmi izlenimi uyandırıyor. Bunun en büyük sebebi Jar Jar Binks karakteri. Sakarlığı, esprileri ve davranışları çocukları eğlendirecek ama yetişkinlerin ilgisini çekmeyecek türden. Lucas’ın böyle bir filmle karşımıza çıkmasının sebebi büyük ihtimalle yeni nesil çocukların da filme ısınmasını sağlamak. Burada işin içine ticari kaygılar giriyor. Ancak biz yine de acımasız olmamak adına filmin yalnızca Jar Jar Binks’ten oluşmadığını söyleyelim. Filmdeki en büyük iki görsel şölen, teknolojinin kaynaklarıyla gelinebilecek noktaları bize gösteriyor. Obi Wan Kenobi, Qui Gon ve Darth Maul’un efsane müzik Duel of Fates eşliğinde yaptıkları düello görsel açıdan takdire şayan. Küçük Anakin’in Pod Race’teki başarısı da bizi eski Star Wars filmlerine götürüyor. Master Yoda ise tarihe geçecek replikleriyle bizlere ders vermeyi sürdürüyor. Yine de Star Wars’ın ilk üçlemesinin yerini tutamayan bu film, Star Wars hayranlarından geçer notu alamadı. Serinin en zayıf halkası olan film, buna rağmen, üçlemenin diğer iki filminin merakla beklenmesine de engel olmadı. Star Wars hayranları efsaneye olan güvenini kaybetmedi ve Lucas diğer iki filmle hayranlarının gönlünü almayı başardı.

Star Wars Episode II – Attack of the Clones – Yıldız Savaşları Bölüm 2 – Klonların Saldırısı

Yönetmen: George Lucas

Senaryo: George Lucas, Jonathan Hales

Oyuncular: Ewan McGregor, Nathalie Portman, Hayden Christensen, Ian McDiarmid, Pernilla August, Jack Thompson, Samuel L. Jackson, Christopher Lee

Vizyon Tarihi: 16 Mayıs 2002

“Galaktik Senatoda kargaşa var. Binlerce güneş sistemi niyetlerini açıkladılar: Cumhuriyetten ayrılmak. Bu ayrılıkçı hareket esrarengiz Kont Dooku liderliğinde gelişerek galakside barış ve düzeni sağlamakla görevli olan sayıları kısıtlı Jedi şövalyelerinin işini zorlaştırdı. Eski Naboo kraliçesi Senatör Amidala Galaktik Senatoya dönüyor. Bunalan Jedi’lara yardımcı olacak Cumhuriyet Ordusunun kurulması amacıyla yapılacak kritik oylamaya katılacak.”
Acımasızca eleştirilen ilk filmin ardından Lucas’ın ne ile döneceği merakla bekleniyordu. Geçiş filmi olması nedeniyle önemli bir yeri olan Attack of the Clones, The Phantom Menace’den 10 yıl sonrasını anlatıyordu.

İlk filmde niyetini anladığımız Senatör Palpatine artık Şansölyedir ve Cumhuriyet Senatosu onun hakimiyeti altındadır. Naboo kraliçesi olan Padme Amidala ise senatör olmuştur. Yapılacak bir oylamaya katılmak için yolculuk ettiği sırada gemisi saldırıya uğrar. Senato, Amidalayı korumak için artık Jedi ustası olan Obi Wan Kenobi’yi görevlendirir. Padawanı Anakin Skywalker(Hayden Christensen) ile birlikte Amidalanın evine yerleşirler. Anakin artık 19 yaşında genç ve asi bir delikanlıdır. Çocukluğundan beri aşık olduğu Padme’yi korumak için elinden geleni yapmaya hazırdır. Bu arada Senatöre yapılan saldırıyı kimin düzenlediğini bulmak için Jediler bilgi toplamaya başlamıştır. Obi Wan Kenobi saldırıda kullanılan okların ait olduğu Kamino isimli haritalarda görünmeyen gezegeni bulmak için yollara düşer. Anakin ve Senatör Amidala ise Anakin’in annesi ile ilgili gördüğü kötü rüyalar üzerine Tatooine’e hareket eder.

Obi Wan, Kamino’ya vardığında burada büyük bir hazırlığın olduğunu görür. Eski bir Jedi ustası olan Sifo Dyas tarafından verilen sipariş üzerine burada bir klon ordusu yaratılmaktadır. Bu ordudan Jedi Konseyinin haberi yoktur. Obi Wan, Klonların arkasındaki kişinin Jango Fett isimli biri olduğunu ve Senatöre yapılan saldırıyı da onun düzenlediğini öğrenir. Jango Fett’i, kaçtığı Geonosis gezegeninde bulmak için tekrar yollara düşer.

Bu arada Anakin, Padme’ye duygularını itiraf etmiş ancak ondan olumsuz bir yanıt almıştır. Annesinin ise Tusken akıncıları tarafından kaçırıldığını öğrenir. Onu bulduğunda, annesi ölmek üzeredir. İçindeki Jedi gücünü kaybeden Anakin, bütün Tusken Akıncılarını katleder.

Obi Wan ise Geonosis’te Kont Dooku isimli eski bir Jedi ustası tarafından hapsedilir. Darth Sidious’un yeni maşası olan Dooku Obi Wan’ı kandırmaya çalışır. Bu sırada Obi Wan’a yardım etmek için Anakin ve Padme Geonosis’e gelirler. Ancak onlar da kendilerini yaratıkların arasında bulur. Jediler zor durumdayken Mace Windu yanında Jedilerle onlara yardıma gelir. Ancak Droid ordularının püskürtmesiyle çok sayıda Jedi ölür. Tam da bu sırada Master Yoda yanında Klon orduları ile birlikte arenaya gelir. Ayrılıkçıların Droid orduları ile Cumhuriyetin Klon orduları arasında Klon Savaşları başlar.

Dijital kameralar kullanılarak çekilen ilk Star Wars filmi olan Klonların Saldırısı görsel efektleriyle bize bir şölen sunuyor. Ayrıca bu filmle ilk defa, kukla olarak değil de bilgisayar ortamında tasarlanan Yoda, daha gerçekçi bir imaj yaratıyor. Filmde The Phantom Menace’taki hatalara ya da gereksiz ayrıntılara yer verilmemiş. Lucas izleyicilerin sesine kulak vermiş gibi görünüyor. Jar Jar Binks’i yalnızca bir kaç sahnede görüyor olmamız bunun bir kanıtı. Bu filmde handikap olarak görülen nokta Anakin ve Padme arasındaki romantizm. Bunun filmin tarzına ters düştüğünü ve gereksiz olduğunu düşünenler de var. Ancak biz böyle düşünmüyoruz. Anakin’in kendisini en çok açtığı ve duygularını en çok yansıttığı kişinin Padme olduğunu düşünürsek taşlar yerine oturmuş oluyor. Anakin gibi masum ve saf bir çocuğun nasıl olup da Darth Vader’a dönüştüğünü Padme ile olan ilişkisinde görüyoruz. Padme’ye anlattığı diktatörlük ile ilgili düşünceleri, onu korumak için acımasızca davranması, kontrol edemediği öfkesi ve son olarak annesinin ölümü üzerine aldığı intikam… Bunların hepsine genel bir resim olarak baktığımızda Anakin’in çocukluğundan beri kontrol edemediği öfkesi, asi tavırları ve başına buyruk oluşu onda yerleşmiş olan kötülük tohumlarını bize gösteriyor. İlk filmde Yoda’nın Anakin’i test ederken annesine olan sevgisinin korkuya, korkusunun nefrete, nefretinin de onu yıkıma götüreceğini söylemesi, bu filmde aklımıza gelen ilk şey oluyor.

Her filmde ana karakterler dışında ortaya başka bir kahraman ya da bir villain çıkarıyor Lucas. Bu filmin kötü adamı da Kont Dooku, nam-ı diğer Darth Tyrannus. Filmi çekerken 80 yaşında olan Christopher Lee’ye hayran kalmamak mümkün değil. Yoda ile savaştıkları sahne 2003 MTV Film Ödülleri’nde “En İyi Dövüş Sahnesi” seçildi. Zaten bu filmin diğer kahramanı Master Yoda. Küçük yeşil adam yalnızca bilge sözleriyle değil, muhteşem düellosuyla da en iyi Jedi ustası olduğunu bize kanıtlamış oldu. Yine her filmde olduğu gibi John Williams’ın efsanevi müzikleri eşliğinde Attack of the Clones bize The Phantom Menace’ı unutturan bir geçiş filmi oldu. Filmin ana tema müziği olan Across the Stars Padme ve Anakin sahnelerinde sonunu bildiğimiz bu aşkın notalarını vurdu. Önceki filmlerine bol bol gönderme yapan George Lucas bize bir kez daha hatırlattı: Star Wars koskoca bir evren; herkes, her şey birbirine bağlı ve bitti sandığımız anda hikaye aslında yeni başlıyor.

Star Wars Episode III – Revenge of the Sith – Yıldız Savaşları Bölüm 3 – Sith’in İntikamı

Yönetmen: George Lucas

Senaryo: George Lucas

Oyuncular: Ewan McGregor, Nathalie Portman, Hayden Christensen, Ian McDiarmid, Samuel L. Jackson, Christopher Lee, Anthony Daniels,

Vizyon Tarihi: 19 Mayıs 2005

“Savaş! Cumhuriyet, zalim Sith Lordu Kont Dooku’nun saldırıları altında dağılıyor. Her iki tarafta da kahramanlar var. Kötülük her yerde. Ani bir baskınla zalim droid lider General Grievous, Cumhuriyet’in başkentine girdi ve Galaktik Senato Lideri Şansölye Palpatine’i kaçırdı. Ayrılıkçı Droid Ordusu kuşatılmış şehirden değerli rehinesiyle kaçmak üzere; iki Jedi şövalyesi ise Şansölye’yi kurtarmak üzere ümitsiz bir görevi üstlenmiş durumda.”

İkinci üçlemenin son filmi Revenge of the Sith adından ve afişinden anlaşılacağı üzere, karanlık ve şiddetli. Return of the Jedi’ye atıfta bulunurcasına bu adı seçen Lucas bize filmde ne ile karşılaşacağımızı söylüyor: Anakin’in yok oluşu ve Darth Vader’ın doğuşu. İlk üçlemede izlediğimiz olayların ve karakterlerin geçmişine götüren ikinci üçleme, Darth Vader’ın küçük ve masum Anakin Skywalker olarak karşımıza çıktığı The Phantom Menace ile kötü bir başlangıç yapmıştı. Klonların Saldırısı’yla seyircilerin gönlünü biraz olsun alan Lucas, bizi Sithlerin karanlık dünyasına yolculuğa çıkararak Star Wars efsanesine yakışır bir final yaptı. Final diyoruz, çünkü o zaman Lucas’ın üçüncü bir üçleme çekme fikrinin olduğunu onun dışında kimse bilmiyordu. Revenge of the Sith’le sona gelinmişti. Lucas’ın dediği gibi “parçalar dağılacak ve bağlantılar kurulacaktı.” Nitekim öyle oldu. Revenge of the Sith, serinin güzel bir finali oldu ve izeyicilerin çoğunu tatmin etti. Bütün parçalar tek tek yerine oturdu ve Lucas bütün ayrıntılarıyla bize hikayenin başlangıç noktasını anlattı. Darth Vader’a acıyacağımızı düşünemezdik doğrusu. Sith’in İntikamı, hem şiddet dolu, karanlık ve acımasız hem de duygusal bir film oldu.

Klon Savaşları’ndan 3 yıl sonra ayrılıkçı droid ordusunun komutanı General Griveous, Şansölye Palpatine’i kaçırır. Palpatine’i kurtarması için görevlendirilen Obi Wan Kenobi ve artık bir Jedi şövalyesi olan Anakin, Kont Dooku ile bir düello yaparlar. Obi Wan’ı saf dışı eden Dooku’nun karşısında Anakin vardır. Sith Lordu Darth Sidious olacakları çoktan sezmiş gibi, Dooku’nun yenilmesini bekler. Asıl istediği, içindeki nefret kırıntılarını görebildiği Anakin’dir. Dooku’nun başını kılıçların arasına alan Anakin, Sidious’un “öldür” emriyle ikilemde kalır. Bir Jedi olarak onu öldürmemesi gerekir ama Anakin içindeki kötülüğe kulak vererek Dooku’yu öldürür.

Bir kez gelen bu öfke Anakin’in peşini bırakmaz. Hamile olduğunu öğrendiği karısı Padme’yi rüyalarında doğum esnasında ölürken gören Anakin bunu engellemenin yollarını arar. Olaylara gayet mantıklı bir şekilde bakan Master Yoda, ölümün doğal bir son olduğunu ve bunu engellemeye çalışmanın Anakin’e zarar vereceğeni söylese de Anakin tatmin olmaz. Konseyin ve ustası Obi Wan’ın kendisine güvenmediğinin farkındadır. Bu arada Palpatine’in Karanlık Taraf Sith’in öykülerini anlatmasıyla kafası karışan Anakin, kendisiyle çatışma içine girer. Bu tehlikeli hikayelerinden sonra, Jedi’lere ihanet edebileceğini düşündüğü Palpatine’i cezalandırmak için Mace Windu ile işbirliği yapma kararı alır. Bu Anakin’in son Jedi davranışlarıdır. Mace Windu, Palpatine ile karşı karşıya gelir. Onu öldürmeye karar veren Windu tüm gücünü kullanırken, Anakin yanında ve büyük bir ikilemin içindedir. Bir yandan Palpatine’in cezalandırılması gerektiğini düşünür, öldürülmesini değil. Bu, onun içine ekilen Darth Vader tohumlarının yeşermeye başladığı andır. Çünkü aslında onun ölmesini de cezalandırılmasını da istemez. Diğer yandan da bir Jedi Şövalyesi olarak, Palpatine’in ihanetinin bedelinin ölüm olduğunu düşünür. Anakin şimdi zor bir kararın eşiğindedir: Karanlık Taraf’a mı geçecek, Aydınlık’ta mı kalacak?

Revenge of the Sith ile gerçekten de “uzun bir gece başladı.” Serinin belki de en karanlık filmi olan Revenge of the Sith bir dönüşümün hikayesi. Aynı zamanda tüm zıtlıkların -iyi-kötü, savaş-barış, doğum-ölüm- hikayesi. Anakin, Anakin olarak son nefeslerini verirken, Luke ve Leia ilk nefeslerini alıyor. Darth Vader’ın efsanevi doğuşu, vücudunun neden yanıklar içinde olduğu, Palpatine’in sırrı, Luke ve Leia’nın neden birbirinden ayrıldığı, ilk izlediğimiz üçlemede Jedi’lerin neden güçsüz olduğu, sayılarının neden bu kadar az olduğu gibi bütün soruların cevabını bulduğumuz bir film, Sith’in İntikamı. Aslında ilk filmleri izlerken aklımıza pek gelmeyen sorulardı bunlar. Ama Lucas bize şöyle seslenmişti: Her hikayenin bir başlangıcı var. Lucas bizi hikayenin başına götürdü. Hem de muhteşem görüntüler, düellolar ve diyaloglar eşliğinde. Kabul ediyoruz, Lucas’ın diyalog konusunda yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Lucas’ın en iyi yaptığı şey, kısa ama bütün bir efsanenin vurucu cümlesi haline gelen diyaloglar:

Darth Sidious: Lord Vader

Darth Vader:Yes, Master (Evet, Usta)

Darth Sidious: Rise. (Yüksel.)

“Eğer yanımda değilsen, o zaman düşmanımsın.” diyerek dostlarını kendisinden bir bir uzaklaştıran Anakin, bizi de düşünmeye sevkediyor. Revenge of the Sith çok fazla felsefik sorgulama içeriyor. Güven, aşk, nefret, sadakat, dostluk, iç çatışmalar, kibir, öfke ve bunların birbiriyle çatışmasının bir insanı nasıl yıkıma götürdüğü…

Sonunu baştan bildiğimiz hikayede önemli olan Lucas’ın bizi o sona nasıl götüreceğiydi. İlk iki filmle bizi korkutsa da Lucas son filmle efsaneye güzel bir veda yaptı. Bluebox kullanarak yapılan çekimler, filmlerin görsel olarak kalitesinin gittikçe artmasına yol açtı. Filmin düello sahneleri yine John Williams’ın muhteşem müzikleri eşliğinde bu kez daha sert ve acımasızdı.

Çocukların da gönlünü yapmak için senaryoya eklediği Jar Jar Binks gibi garip karakterler neyse ki bu filmde yok. 13 yaş sınırının getirildiği ilk film olduğunu belirtelim. Sonu karanlık bir dünyaya bağlanan Anakin’i anlamamız için Lucas olabildiğinde şiddet ve acı eklemiş senaryoya. Olmuş mu? Olmuş. Belki seriyle tanıştığımız ilk Star Wars filmleri olduğu için ilk üçlemenin yerini tutmasa da, The Phantom Menace ve Attack of the Clones filmlerini unutturuyor Lucas. Buna karşın, Lucas bu iki filmdeki hataları yapmamış olsaydı, işte o zaman “epik” bir Star Wars prequelinin altına imzasını atmış olurdu.

Star Wars Episode 4-5-6

http://theartmad.com/wp-content/uploads/2015/06/Star-Wars-Trilogy-Poster-2.jpg adresinden alınmıştır.



May the 4th be with you! 

Star Wars gününe özel, ekrandedektifi.com'da yayınlanan Star Wars dosyamı paylaşıyorum. Önceden yalnızca bir izleyici ve hayran olarak keyfini çıkardığım efsaneyi incelemeye başlayınca, hayranlığım daha da arttı. Haftalarca seri hakkında yazılmış tüm reviewleri ve röportajları okuduktan sonra rüyamda Darth Vader bana "I'm your father" diyordu. Ama ben Luke gibi "Noooooo..." değil de "Hell yeah! Hooray!" diye haykırıyordum. Kim Darth Vader gibi bir babası olsun istemez? Star Wars'a ucundan kıyısından yetişsem de ben de orijinal seriyi daha iyi bulanlardanım. Bunda seriyi 4-5-6 1-2-3 şeklinde izlememin etkisi de var. Bu serideki favori filmim The Empire Strikes Back. Şuraya The Imperial March'ı da bırakarak, iyi okumalar diliyorum.

“Uzun zaman önce çok, çok uzak bir galakside..”

Star Wars hayatına 1977 yılında ilk filmi A New Hope ile başladı. Trilogy (üçleme) şeklinde tasarlanan serinin bu ilk filminin senarist ve yönetmeni George Lucas. Serinin diğer filmlerinin yönetmenliğini yer yer başkalarına devretse de filmlerin arkasındaki büyük isim her zaman George Lucas’tı. A New Hope, serinin çekilen ilk filmi olmasına rağmen kronolojik olarak 4. film. Sıralayacak olursak, A New Hope (1977), The Empire Strikes Back (1980), Return of the Jedi (1983) serinin ilk üçlemesi, The Phantom Menace (1999), Attack of the Clones (2002), Revenge of the Sith (2005) serinin ikinci üçlemesi.

George Lucas’ın “haftada beş gün, günde sekiz saat” yazdığı Star Wars’ın oluşma süreci bir hayli uzun. Lucas’ın gençliğinden bu yana kafasında olan bir uzay filmi çekme düşüncesi, izlediği ve etkilendiği bazı filmlerin bir yansıması. 1930larda çekilmiş olan Buck Rogers ve Flash Gordon gibi “uzay operası” olarak adlandırılan filmler ve efsane yönetmen Akira Kurosawa’nın 1958 yapımı Hidden Fortress filmi Lucas’ın en büyük ilham kaynakları. Seride yer alan R2D2 ve C-3PO karakterleri bu filmlerden esinlendiğinin bariz bir göstergesi. Ayrıca Lucas, Kurosawa’nın filmine bir selam çakarak serinin ilk filmine Hidden Fortress’te geçen kötü bir karakterin, “Phantom Menace”ın adını vermiş.

Serinin böyle karmaşık bir şekilde ilerlemesinin nedeni o dönemdeki Hollywood imkanlarının yetersizliği. Hollywoodlu yapımcılar “tutmayacağını” düşündükleri için seriyi ortasından başlatarak önce 4, 5 ve 6. filmleri yayınladılar. Dönemin genel düşüncesinin gazabına uğrayan diğer bir konu ise Lucas’ın senaryoda yapmak zorunda kaldığı değişiklikler. Bunlardan en önemlisi Luke Skywalker’ın başta bir kadın olarak yazılması. Yapımcılar bunun da dönemin atmosferine ters düşeceğini düşünmüş olmalı ki Lucas senaryoyu yeniden yazarak Luke Skywalker’ı erkek olarak değiştirmiş.

Star Wars Episode IV – A New Hope – Yıldız Savaşları Bölüm 4 – Yeni Bir Umut

Yönetmen: George Lucas

Senaryo: George Lucas

Oyuncular: Mark Hamill, Harrison Ford, Carrie Fisher, Peter Cushing

Vizyon Tarihi: 25 Mayıs 1977

“İç savaş dönemi. Asiler gizli üslerinden yaptıkları saldırıyla kötüler İmparatorluğuna karşı ilk zaferlerini kazandılar. Çarpışmalar esnasında İttifakın casusları, İmparatorluğun korkunç silahı, bir gezegeni yok edecek güçteki zırhlı uzay istasyonu Ölüm Yıldızı’nın planlarını çalmayı başardılar. İmparatorluk casusları tarafından takip edilen Prenses Leia uzay gemisiyle kendi gezegenine doğru kaçmaktadır. Prenses bu planlar sayesinde halkını kurtarabilir ve galaksiyi özgürlüğüne kavuşturabilir.”

A New Hope filmi Star Wars hayranlarında her zaman ayrı bir yere sahiptir. Çünkü George Lucas’ın bizi kendi galaksisiyle tanıştırdığı filmdir A New Hope. Kronolojik olarak 4. film olsa da A New Hope 1977 yılında yayınlanan, serinin ilk filmi. Daha önce Star Wars’ı hiç izlememiş olanlara da 4-5-6-1-2-3 şeklinde izlemelerini öneriyoruz. Frederick Stephani’nin bilim kurgu serisi olan Flash Gordon’dan çok etkilenen George Lucas bu filme benzer bir film çekmek için 1973 yılında kolları sıvamış. Lucas’ın etkilendiği birçok filmin bir karması gibi olan Star Wars, Akira Kurosawa’nın The Hidden Fortress’inden, Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’inden ve Flash Gordon’dan izler taşıyor. Lucas, kendisi etkilendiği gibi, A New Hope’tan ve diğer Star Wars filmlerinden sonra birçok yönetmene de ilham olmuş. James Cameron, David Fincher, Peter Jackson, Christopher Nolan, Ridley Scott gibi yönetmenleri etkileyen Star Wars; Aliens, Blade Runner, The Terminator, The Lord of the Rings ve The Inception gibi filmlerin ilham kaynağı. Basit bir olay örgüsü olan A New Hope’un ana teması “iyinin kötüyle mücadelesi”. Bu basit öyküyü anlatma biçimiyle milyonları etkileyen A New Hope, Darth Vader, Death Star, Han Solo, Wookie, Prenses Leia, Jedi, The Force, R2D2, C-3PO ve Luke Skywalker’la tanıştığımız, serinin en değerli filmi. Steven Spielberg’in önerisi ile müzisyen John Williams ile çalışmaya karar veren Lucas 30 küsür yıl boyunca tüm Star Wars filmlerinde ne kadar doğru bir karar verdiğini bize gösterdi. 11 milyon dolar bütçeyle çekilen film 798 milyon dolar hasılat elde ederek döneminin rekorlarını kırdı.

Galaksinin iç savaşta olduğu bir dönemde, İsyancılar Galaktik İmparatorluk’un kalesi olan Death Star’ın planlarını çalmayı başarırlar. İsyancıların başında yer alan Prenses Leia (Carrie Fisher), uzay gemisi İmparatorluk ve Darth Vader tarafından esir alınmadan önce tüm bilgileri R2D2 adlı droide yüklemeyi başarır. R2D2 ve C-3PO gemiden ayrılıp Tatooine’e iner. Çok geçmeden bu iki robot Jawa’ların saldırısına uğrar ve esir edilir.

Luke Skywalker (Mark Hamill) amcası ve yengesi ile birlikte Tatooine’de çiftçilik yapan genç bir çocuktur. Onlara çiftçilik işinde yardımcı olması için droid satın almaya karar verirler. R2D2 ve C-3PO’yu satın alan Luke bu robotlara yüklenmiş olan ses kaydını tesadüfen dinler. Ses kaydında Leia, Obi-Wan Kenobi’den yardım istemektedir. Amcası Owen Lars’tan çok duyduğu Ben Kenobi ile Obi-Wan Kenobi’nin bir bağlantısı olabileceğini düşünür. Owen Lars’a sorduğunda ise tatmin edici cevaplar alamaz.

R2D2’nun tek başına yola çıktığını öğrenen Luke ve C-3PO onu bulmak için yollara düşer. Onu buldukları sırada kum adamların saldırısına uğrayan Luke bayılır ve karşısında Ben Kenobi’yi bulur. Ben Kenobi, kendisinin mesajda bahsedilen kişi Obi-Wan Kenobi olduğunu söyler. Cumhuriyet yıkılıp da İmparatorluk kurulduğunda Obi-Wan adını değiştirip bir mağaraya gizlenmiştir. Obi-Wan Luke için büyük bir gizem olan babasıyla ilgili bazı şeyler anlatır. Luke’un babasını öldüren kişi bir zamanlar Jedi olan, şimdi Güç’ün karanlık tarafına geçen Sith Lordu Darth Vader’dır. Obi-Wan Luke’u Alderaan’a kadar götürmeyi kabul eder. Yolda tanıştıkları Han Solo (Harrison Ford) adında bir kaçakçıyla anlaşıp onun uzay gemisi Milenium Falcon’a binerler. Alderaan’a geldiklerinde ise gezegen ortada yoktur. Darth Vader’ın uzay üssü Death Star gezegeni yok etmiştir. Prenses Leia ise idama mahkum edilmiştir. Prensesi kurtarmak için Han Solo, Luke ve Obi-Wan güçlerini birleştirip Death Star’a girerler.

1977 yılında çekilen bir uzay filmi tabi ki görsellik ve teknolojinin kullanımı açısından bize çok bir şey vaadetmiyor. O zamanın imkanlarına ve dönemin sinemasına göre orijinal sayılabilecek bir film olduğunu da belirtelim. Felsefik, dini ve mitolojik öğeler içeren A New Hope dönemine göre büyük bir devrim niteliğindeydi.

Aksiyon, romantizm, diyaloglar, serinin başka filmleri kadar şiddet içermemesi ile her yaştan insanın izleyebileceği ve zevk alabileceği bir film haline geliyor A New Hope. Adının Yeni Bir Umut olmasının nedenini 1, 2 ve 3. filmleri izleyince daha iyi anlıyoruz. Luke sayıları iyice azalan Jediler için yeni bir umut oluyor.

6 Oscarı birden evine götüren A New Hope, hem serinin ilk filmi olması hem de dönemin imkanlarına göre çok iyi çekilmiş sahneleri, kamera açıları, John Williams’ın muhteşem müzikleri sayesinde Star Wars severlerin gözdesi. Star Wars ile henüz tanışmadıysanız, 38 yıl önce çekilen A New Hope sizleri bekliyor.

Star Wars Episode V – The Empire Strikes Back – Yıldız Savaşları Bölüm 5 – İmparator’un Dönüşü
Yönetmen: Irvin Kershner

Hikaye: George Lucas

Senaryo: Leigh Brackett, Lawrance Kasdan

Oyuncular: Mark Hamill, Harrison Ford, Carrie Fisher, Billy Dee Williams, Frank Oz

Vizyon Tarihi: 21 Mayıs 1980

“Asiler için zor bir dönem. Ölüm Yıldızı’nın yok edilmesine rağmen İmparatorluk askerleri Asileri saklandıkları yerden kaçırtıp, galakside kovalamaya başladılar. Korkunç İmparatorluk donanmasından kurtulmayı başaran Luke Skywalker’ın emrindeki bir grup özgürlük savaşçısı, Hoth buz dünyasında gizli bir üs kurmayı başardı. Kötülükler Lordu Darth Vader genç Skywalker’ı yakalamak için uzayın her köşesine uzaktan kumandalı keşif araçları gönderdi.”

Lucas’ın yönetmenliği ve senaristliği devrettiği The Empire Strikes Back 1980 yılının her yönden en çok kazanan filmi oldu. Her ne kadar karışık eleştiriler alsa da, The Empire Strikes Back, Star Wars serisinin en iyi filmi. Irvin Kershner’in yönetmenliğini üstlendiği filmin senaryosunu Leigh Brackett yazmaya başlasa da, film tamamlanamadan hayatını kaybettiği için görevi Lawrance Kasdan devralmış. Senaryoda ciddi değişikliğe giden Lucas ve Kasdan, bu filmde öğrendiğimiz şok edici “gerçeği” de senaryoya sonradan eklemiş. Belki de bu “gerçek”, filmin serinin en iyisi ve sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden biri olmasını sağlıyor. Jedi Ustası Yoda ile tanıştığımız ilk film olması da İmparator’un Dönüşü’nü Star Wars hayranları için ayrı bir yere koyuyor. Albert Einstein’den esinlenilerek oluşturulan ve kukla olarak oynatılan minik yeşil adam Yoda, devrik cümleleri ve bilge sözleri ile Star Wars hayranlarının gönlüne taht kuruyor.

Film Yavin Savaşı’ndan 3 yıl sonrası ile başlıyor. Luke, Han Solo ve Prenses Leia Hoth buzul gezegeninde isyancıların başındadır. Luke bir yaratığın saldırısına uğrar ve bayıldıktan sonra Obi Wan kendisine görünür. Obi-Wan Luke’a Dagobah gezegenine gidip Master Yoda’yı bulmasını söyler. Yoda, Jedi katliamından kurtulan ustalardan birisidir. Yoda’yı bulduktan sonra ondan kendisini eğitmesini ister. Yoda Luke’u Güç ile ilgili eğitmeye başlar. Eğitim tamamlanmadan, Luke, Leia ve Han Solo’nun tehlikede olduğunu hisseder. Darth Vader Hoth’un yerini tespit etmiştir. Millenium Falcon’la kaçan Han Solo ve Leia İmparatorluk tarafından takip edilmektedir. Millenium Falcon’un zorunlu iniş yaptığı Bulut şehrinde onlara yardım ediyormuş gibi görünen Lando aslında Darth Vader tarafından ele geçirilmiştir. Tüm bunlar Darth Vader’ın Luke Skywalker ile karşılaşmak istemesinin bir sonucudur. Han Solo karbon dondurucuda dondurulup Jabba the Hutt’a gönderilir. Prenses Leia ise son anda fikrini değiştiren Lando sayesinde kaçar. Onun kaçışını gören Luke klonların açtığı ateş yüzünden hapsolur ve Darth Vader ile karşı karşıya gelir.“Tüm zamanların en büyük kapışma sahnesi” olacak efsanevi kapışma başlar.

The Empire Strikes Back gösterime girdiği dönem çok ağır eleştirilere maruz kalsa da, serinin en heyecanlı ve kaliteli filmi. Dövüş sahneleri, diyaloglar, şok edici gerçekler ve John Williams’ın Star Wars serisine kazandırdığı The Imperial March ile, The Empires Strikes Back, efsaneye yakışır bir film oluyor. İlk filme göre daha “karanlık” bir film olan İmparator serinin diğer filmlerinde de dikkatimizi çekecek olan bir şeyin habercisi. Temelde iyi-kötü mücadelesi olan Star Wars’ın Karanlık Taraf’ı anlattığı filmleri acımasız ve şiddet dolu. Bu nedenle filmin ruhuna bürünmemek çok zor. Darth Vader’ın bu filmle, Amerikan Film Enstitüsü’nün “En Büyük 100 Kahraman ve Kötü Adam” listesine girmiş olması bu savımızı destekliyor. Biri Oscar olmak üzere 16 ödülün sahibi olan İmparator’un Dönüşü, IMDB’nin “En Çok Oylanan 250 Film” listesinde 12. sırada yer alıyor. Orijinal Star Wars serisi olduğu için 4, 5 ve 6. bölümlerin yeri Star Wars hayranlarında hep özel olarak kalacak; The Empire Strikes Back bunun en büyük nedenlerinden biri.

Star Wars Episode VI – Return of the Jedi – Yıldız Savaşları Bölüm 6 – Jedi’nin Dönüşü

Yönetmen: Richard Manquad

Hikaye: George Lucas

Senaryo: George Lucas, Lawrance Kasdan

Oyuncular: Mark Hamill, Harrison Ford, Carrie Fisher, Billy Dee Williams, Anthony Daniels, David Prowse, Kenny Baker, Peter Mayhew, Frank Oz

Vizyon Tarihi: 25 Mayıs 1983

“Luke Skywalker arkadaşı Han Solo’yu iğrenç gangster Jabba’nın elinden kurtarmak için kendi gezegeni olan Tatooine’e döner. Luke, bu arada imparatorluğun gizlice korkunç Ölüm Yıldızı’ndan çok daha güçlü yeni bir uzay istasyonu inşa ettiğinin farkında değildir. Tamamlandığı zaman bu istasyon galaksinin özgürlüğü için savaşan asilerin sonu olabilir."

Efsanenin “şimdilik” sonuna geldik. The Phantom Menace’in çekileceğinden habersiz, Star Wars hayranları serinin 1983 yılında final yaptığını düşünüyordu. Bu nedenle ilgi büyüktü. Luke ve Darth Vader’la ilgili gerçeği öğrendikten sonra, bunun nereye varacağını ve nasıl bir final olacağını herkes merak ediyordu.

Luke, karbon dondurucuda dondurulup Jabba’ya gönderilen Han Solo’yu kurtarmak için Tatooine’e gider. Han Solo’yu binbir güçlükle kurtardığı sırada, Darth Vader ve İmparatorluk ikinci bir Ölüm Yıldızı hazırlamaktadır. Luke Han Solo’yu kurtardıktan sonra Yoda’nın yanına geri dönüp eğitimine devam etmek ister. Yoda çok bitkin haldedir ve ona istediğini verecek durumda değildir. Luke’a görünen Obi-Wan ona babası ve hiç tanımadığı ikiz kardeşi ile ilgili tüm gerçeği anlatır. Kafası oldukça karışan Luke, Han Solo ve Leia’nın yanına, isyancılara yardım etmeye gider. Endor Ayı’nda inşa edilen yeni uzay üssünü yok etmeye hazırlanmaktadırlar. Darth Vader “oğlu” Luke’un ona gelmesini bekler. Luke babasını aydınlık tarafa geçirmek için onunla buluşmaya gider. İmparator’un düşündüğü ise baba ve oğulu karşı karşıya getirip, Luke’un bütün zayıf noktalarını kullanıp, onu Karanlık Taraf’a geçirmektir. Bu arada İmparatorluk güçleri ile İsyancılar arasında savaş da başlamıştır. Luke İmparator’un kışkırtmalarına karşı koyamaz ve ona saldırır. Darth Vader ve Luke İmparator Palpatine’in önünde savaşırlar. Darth Vader Luke’un aklındaki ikiz kardeşini hisseder ve Luke’u bununla tehdit eder. Luke öfkesine yenilerek babasının elini keser ve Darth Vader yavaş yavaş gücünü yitirir. Palpatine Luke’a, babasını öldürüp onun yanında yer almasını söyler. Yıllar önce Anakin’e söylediği gibi… Luke’un içindeki Jedi gücü uyanır ve yaptığı yanlışı anlar. Babasının bir zamanlar olduğu gibi kendisinin de bir Jedi olduğunu ve asla karanlık tarafa geçmeyeceğini söyler. Palpatine bu kez Luke’u öldürmesi için Darth Vader’a emir verir. İkilemde olan şimdi Darth Vader’dır. Kötülerin kötüsü, Karanlık Taraf’ın Lordu, Jedi katliamlarının sorumlusu Darth Vader, oğlu ve hizmet ettiği efendisi arasında bir seçim yapmak zorundadır.

Bir aydınlık tarafa, bir karanlık tarafa yer veren Lucas, bize aydınlık tarafın dönüşü ile veda ediyor. Serinin en iyi filmi değil belki ama bir final için gayet izlenebilir bir film olduğunu düşünüyoruz. Yönetmenliği devrettiği Richard Manquad güzel bir iş çıkarmış. Ewoklar ve İmparatorların Stormtroopersları arasındaki savaş, Darth Vader ve Luke’un bir kez daha karşı karşıya geldiği düello, Prenses Leia’nın Jabba ile mücadelesi filmi görmemiz için yeterli nedenler. Orijinal üçleme olduğu için taraflı bakmaya müsait ancak diğer üçleme ile kıyaslandığında, 1983 yapımlı Return of the Jedi’ın 1999’da çekilen The Phantom Menace’tan daha iyi olduğu inkar edilemez. Teknolojinin kısıtlı imkanları, çekilen dönemin zorlukları düşünüldüğünde ne Lucas’ın ne de diğer yönetmenlerin hakkını yiyebiliriz. Sinematografik açıdan gayet başarılı çekimlere yer veren filmin müziklerini tekrar anmamıza gerek var mı? John Williams bu kez kadrosuna dahil ettiği Thomas Newman ile birlikte yine harika işler çıkartmış.

Cuma, Nisan 29, 2016

Twinsters



Son 1-1.5 aydır documentary-filmlere merak salmış durumdayım. Dün izlediğim Twinsters, en sevimli ve duygusal olanıydı. Sevimli ve duygusal olan, hikayenin gerçeğe dayanan kısmıydı, düşündürücü kısmıysa böyle bir hikayenin pre-internet döneminde asla yaşanmayacak olması.  

Anais Bordier, Londra'da moda tasarımı okuyan Fransız bir kadın. 19 Kasım 1987 yılında Güney Kore-Busan'da doğmuş ve Fransız bir aileye evlatlık olarak verilmiş. Gerçek ailesi ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değil ve evlat edinildiği ailenin tek çocuğu olarak hayatını sürdürüyor. Hayatını alt üst eden olay 2013 yılında arkadaşının ona bir video göndermesiyle gerçekleşiyor. Anais izlediği Youtube videosunda kendisine tıpatıp benzeyen bir kadın görüyor. Video, Amerikalı bir kadının arkadaşıyla çektiği bir skeç. Anais kim olduğunu öğrenmek için kadını araştırmaya başlıyor. Bilgilerine ulaşması kolay olmuyor. Kısa süre sonra 21&Over adlı filmin trailerında da aynı kadını görünce aradığını buluyor: Samantha Futerman. Samantha'nın Facebook bilgilerine baktığında ikinci şoku yaşıyor. Doğum tarihi: 19 Kasım 1987. Daha da ilerisi, Samantha'nın Youtube kanalında bir videoya rastlıyor: Evlat edinilmek nasıl bir duygu?

Hikayenin öbür tarafına geçelim. Samantha Futerman, Amerika'da iki erkek kardeşi ve anne-babasıyla birlikte yaşıyor. Çocukluğundan beri oyunculuk yapıyor ve Youtube'da videolar yayınlıyor. Güney Kore-Busan'da doğmuş ve ailesiyle havaalanında tanışmış. Bir gün Twitter'ında bir mesaj görüyor: Facebook mesajlarını kontrol eder misin? Facebook'ta Anais'in mesajıyla karşılaşıyor ve bu kez şok sırası Samantha'ya geliyor. Anais'in fotoğraflarına bakınca, kendisini görüyor. İki farklı coğrafyada, iki bambaşka aile ve çevreyle büyüyen Anais ve Samantha, birbirlerini 25 yıl sonra bulan ikiz kardeşler...

Belgesel, Samantha'nın başına gelenleri anlatmasıyla başlıyor ve potansiyel ikizi Anais ile ilk Skype konuşmasını gerçekleştiriyor. Yaşadığı şoktan sonra, tüm aşamaları ve hikayenin devamını kameraya almak isteyen Samantha, izleyeni de kendi yolculuklarına çıkarıyor. 25 yıldır birbirlerinin varlığından haberdar olmayan ikiz kardeşler Anais ve Samantha'nın hikayesini anlatan belgesel hem çok keyifli hem de çok duygusal.

Devamında neler yaşadıklarını öğrenmek için Twinsters'ı mutlaka izleyin. Eğer bir kardeşiniz varsa, onları çok daha iyi anlayacaksınız. Kardeşlik bağı dünyadaki hiçbir şeye benzemiyor ama tahmin ediyorum, ikiz kardeş olmak ondan da başkadır. "Tamamlandık" diyor Anais ve Samantha, birbirlerini bulduktan sonra.

Belgeselde yoğun bir duygu seli yok. Duygusallığı hikayenin kendinden. Belgesel aslında "dram" diyebileceğimiz bir öyküyü oldukça sevimli bir şekilde aktarıyor. İkizler zaten çok renkli karakterleri olduğu için aşırı duygusallığa yer vermiyor. İzleyiciyi gözü yaşlı ama yüzü gülerken bırakıyorlar. 

Salı, Nisan 26, 2016

Kendine Ait Bir Oda'dan Notlar - 1



Eline kalem almaya karar vermiş her kişinin, özellikle kadınların okuması, üzerine düşünmesi gereken bir kitap Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sı. İşte böyle konuşuyor Woolf kadınlarla; 

Bir kadın kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır. Ve göreceğiniz gibi bu, kadının gerçek doğasına ve kurmacanın gerçek doğasına dair büyük sorunu çözümsüz bırakmakta. 

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık. Çar ve Kayzer ne taç giyerler ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağıda olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı, kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden, kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür, erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder?

Ezelden beri bütün şairlerin bütün yapıtlarında kadınların işaret ışığı gibi yandıklarını söyleyebiliriz. Oyun yazarlarında Clytemnestra, Antigone, Kleopatra, Lady Macbeth, Phedre, Cressida, Rosalind, Desdemona, Malfi Düşesi; düzyazı yazanlarda, Millomont, Clerissa, Becky Sharp, Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermantes -bu adlar insanın aklına üşüşürken "kişiliği ve niteliği eksik" kadınları düşündürmüyor hiç. Aslında, eğer kadın sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı, kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik; çok farklı; yürekli ve huysuz; muhteşem ve çıkarcı; müthiş güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük. Ama bu, kurmacadaki kadın. Aslında, Profesör Trevelyan'ın da işaret ettiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu.

Böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. Hayal edildiğinde çok önemli, pratikte ise tamamıyla önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor. Kurmacalarda, kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor, gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. Dudaklarından, edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor, gerçek hayatta okuması, yazması neredeyse yok, zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.

Şu yaşlı beyefendiler insanı fazla düşünmekten nasıl da kurtarıyorlardı! Onlar yaklaşınca cehaletin sınırları nasıl da geriliyordu! Kediler cennete girmez. Kadınlar Shakespeare'in oyunlarını yazamaz. 

Bir kadının Shakespeare'in yaşadığı çağda Shakespeare'in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare'in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith'ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir -annesine para kalmıştı-, orada Latince -Ovid, Vergilius ve Horace-, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki de geyik vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra'ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor, hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kız kardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kağıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı -gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra'nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda -çünkü çok gençti, şair Shakespeare'e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar-, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece -eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?- bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür. 

Dünya kadına, erkeklere dediği gibi "İstersen yaz, umrumda değil." demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek "Yazmak mı?" diyordu, "Yazman ne işe yarıyor?"

Varsayalım ki bir baba, soylu nedenlerle kızının evden ayrılıp, yazar, ressam ya da biliminsanı olmasını istemiyordu. "Bak Mr. Browning ne diyor?" derdi; hem sadece Mr. Browning de değil; Saturday Review gazetesi; Mr. Greg de vardı- "bir kadının varlığının temeli" diyordu Mr. Greg, üzerine basa basa "erkeklerden destek alması ve erkekler tarafından yönetilmesidir."- erkeklerin görüşü öyle büyük bir yer kaplıyordu ki kadından entelektüel bir şey beklenemezdi. Babaları bu görüşleri yüksek sesle okumasa bile her kız bunu kendi kendine okuyabilirdi. Ondokuzuncu yüzyılda bile bunları okuyunca kızların hevesi kırılır, işlerine yansırdı herhalde. Sürekli, şunu yapamazsın, bunu beceremezsin türünden iddialara göğüs germek, onlarla baş etmek zorunda olurlardı.

... Çünkü burada yine kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; "kadın aşağıda olmalı"dan çok "erkek üstün olmalı" diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.

Heyhat! Yazmayı deneyen bir kadını
Kendini bilmez bir yaratık sayarlar
Hiçbir erdem telafi edemez bu hatayı
Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz
Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun
İşte bunları istemeliymişiz
Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak
Güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş
Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi
Berbat bir evin sıkıcı işleriniyse
En büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri

Onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri'nden ya da Güller Savaşı'ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı.

"Genelde kadınların çok serinkanlı olmaları istenir; ama kadınlar da erkeklerle aynı şeyleri hissederler; erkek kardeşleri gibi onlar da yeteneklerini işletmek, çabalarını harcayacakları alanlar bulmak ihtiyacındadırlar; katı yasaklamalara, mutlak durgunluklara tahammül edemezler, tıpkı erkekler gibi; daha fazla ayrıcalığa sahip başka insanların, onların puding hazırlamakla, çorap örmekle, piyano çalmakla ya da nakışla yetinmelerini söylemeleri darkafalılıktır. Kadınlar geleneklerin kendi cinsleri için gerekli gördüğünden fazlasını yapmak ya da daha fazla öğrenmek istiyorlarsa onları suçlamak ya da alay etmek düşüncesizliktir."


Pazartesi, Nisan 18, 2016

O ve Ben'den.



Necip Fazıl'ın şahsına münhasır eseri.

"Sakın bu dünya göze görünür ve görünmez her şeyiyle doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmayayım? Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü tecellileri bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret... Mesela şimdi Şimal Kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filan devletle falan hükümet aralarında sadece harp taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor. Ve kapıları, pencereleri, sükutları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum: Doğrusunu söyleyin, bana doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden bütün kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizleyebilecek tecrübedesiniz! O insan benim işte! Söyleyin bana her şeyin doğrusunu. Eşyaların ve hadiselerin peçesini kaldırın ve iç yüzlerini gösterin!
Ve belki de tımarhanedeki deliler kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı."

Necip Fazıl- O ve Ben 

Salı, Nisan 12, 2016

Think Green

Geçenlerde izlediğim, iki bambaşka konulu ve amaçlı belgeselin sonunda aynı yere çıktığını farketmem beni bu yazıyı yazmaya zorladı. Bize bahşedilen bir lütuf olan doğayı gitgide tükettiğimiz ve tükettiğimizi yerine koymadığımız bir zamandayız. Birçok farklı sorunun içinde boğuşuyor oluşumuz, aslında tüm sorunların temeli olan "tüketme"yi durdurmamamıza bahane olamaz. Ben tüketmek dedim, aslında bilinçli-bilinçsiz zarar vermek, daha da ilerisi yok etmek. Yok oluyoruz, farkında değiliz. Bu yok oluşun başlangıcı, denize attığımız çöpten, kendimize lüks yaşam alanları açmak için katlettiğimiz ormanlara kadar uzanıyor. Yok olduğumuz gibi, yok ediyoruz. Kendi doğal alanlarımızla birlikte, bu dünyayı paylaştığımız başka canlıların doğal alanlarını da yok ediyoruz. Bizim burada yanlış bir alana inşa ettiğimiz bir tesis, binlerce kilometre ötedeki başka canlı toplulukları da etkiliyor, evet. Ve bu oldukça kısa bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Bizim için uzun, ama dünya için kısacık bir zaman diliminde. Bu yok oluşun önüne geçmek için mücadele eden insanların bunu başardıklarını da görünce, ben de kendime şu soruyu sordum: Neden olmasın? Şimdi bahsedeceğim iki insan da "Neden olmasın?" demiş ve oldurmuşlar. O zaman şöyle diyeyim; ustalara saygı kuşağında bugün: Al Gore ve Sebastiao Salgado.

An Inconvenient Truth (2006) Amerikalı aktivist ve siyasetçi Al Gore'u ve onun küresel ısınma ile bireysel ve kolektif mücadelesini anlatan, Davis Guggenheim imzalı belgesel. Al Gore tam bir slayt üstadı. Küresel ısınmanın tüm yönlerini, sebeplerini, etkilerini, sonuçlarını slaytlarla dünyanın her yerinde anlatıyor. Belli aralıklarla TED'te konuşuyor ve gelişmelerle ilgili toplumu bilgilendiriyor. Ben de "çevreci" Al Gore'u TED konuşmalarından birinde tanıdım. Sonra belgeselini seyrettim. Al Gore'dan çıkardığım dersler hem belgeselinden hem de TED konuşmalarından oluşuyor. Bunları niye mi paylaşıyorum? Çünkü bence dünyadaki en büyük bencillik, faydalı bilgiyi kendine saklamaktır. Ben bu belgeselleri izledikten ve bu konuyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra bireysel olarak neler yapabileceğimi öğrendim ve uygulamaya başladım. Bunu okuyan herhangi biri de uygularsa, bu yok oluşu neden durduramayalım?



Öncelikle, doğa, çevre, küresel ısınma, döngünün bozulması, hayvan ve bitki nesillerinin tükenmesi ve tüm bunlara sebep olan her şey Al Gore'a göre "ahlaki" bir mesele. Evet, politik bir tarafı mutlaka var ama bu konuya önce "insan" olarak moral (ahlaki) tarafından bakmamız gerek. Şöyle diyor Al Gore:

"Bize ihsan edileni çocuklarımıza miras olarak bırakamayabilirdik."

Dengelerin bozulmaya başlaması, -şimdilik- bizi etkilemeyebilir ama çocuklarımızı ve torunlarımızı mutlaka etkileyecek. Peki dengeler niye bozuluyor?

Al Gore medeniyetimiz ve Dünya arasında çatışmaya sebep olan üç faktöre işaret ediyor.
Birincisi nüfus patlaması. Bunu açıklamaya gerek olduğunu düşünmüyorum.
İkinci faktör "eski" alışkanlıklarımızın "yeni" teknoloji ile aynı şekilde devam etmesi. Daha iyi anlaşılması için şöyle bir denklem kuruyor Al Gore:

Old habits+old technology = Predictible Consequences

Old habits+new technology = Dramatically Altered Consequences

Eskiden savaşlar mızrakla, yayla ve okla yapılırken, şimdi aynı savaş anlayışıyla ama nükleer silahlarla savaşınca, bundan zarar eden Dünya oluyor.

"Teknolojimiz insanoğlunun hesaplarından daha büyüktür. Hepsini bir araya getirdiğimizde bir çeşit tabiat gücü olup çıkıyoruz."



Üçüncü faktör biziz. Yani "bakış açımız". Tehlikeyi algılamadan önce bir şok yaşarız. "Bu tehlike çabucak geliyor olsa da, eğer bize ağır ağır gözüküyorsa, yerimizden kıpırdamama, tepki vermeme ve harekete geçmeme ehliyetine sahibiz." Bizim için 50 yıl çok uzun bir süre iken, Dünya için aslında çok kısacık bir süre. Al Gore, yaşadığı zaman dilimi içerisinde büyük bir buz kütlesinin erimesine şahit olabiliyor. Yani doğanın tükenmesi bir insan ömrü içerisinde, tehlike çanlarının çalınmasına sebep olacak derecede kısa bir zamanda gerçekleşiyor.

Buradan işin politik tarafına atlayıp coğrafi olarak daha çok yer kaplayan, bu nedenle yanlış uygulamalarıyla çevreye daha çok zarar verme ihtimali olan ülkelerin ne gibi düzenlemeler yapması gerektiğinden bahsediyor. Bu ülkeler aynı zamanda politik olarak da güçlü devletlere sahipler. Çevreci düzenlemeler yapmaktan kaçınmalarının sebebi ise tamamiyle ekonomik. Al Gore küçük bir çocuğun dahi anlayabileceği bir şekilde ekonomi ve çevre ilişkisini özetliyor. Terazinin bir tarafına altın külçelerinin, diğer tarafına da gezegenimizin konulduğu bir politikanın iki açıdan hatalı olduğunu söylüyor. İlk olarak tek bir soru soruyor: Gezegenimiz olmazsa?
İkinci olarak da eğer doğru olan yapılırsa, altın külçeleriyle gezegenimizi barıştırıp, birçok iş alanı açarak refah seviyesini arttırabileceğimizi söylüyor.

Son olarak da sorunun çözümünü sunuyor Al Gore. Henüz bir arabam, evim ya da fabrikam olmadığı için kendi doğal alanımda ne yapabilirsem onu yapıyorum. Al Gore'un sunumlarında gösterdiği kurumuş göller, yanmış ormanlar, ölmüş hayvanların fotoğrafları, en az savaş fotoğrafları kadar insanın içini acıtıyor. Acıtmalı.



Doğadan aldığını fazlasıyla geri veren insanlar var. Biz neden olmayalım?

Sebastiao Salgado. Brezilyalı ünlü belgesel fotoğrafçısı. Fotoğraflarına hayran olmamak elde değil ama ben bugün çevreci Salgado'dan bahsedeceğim.

Onun yüzünü böyle doğaya çevirmesinin nedeni insan ırkının tüm kötücüllüğüne şahit olması. Wim Wenders ve Juliano Riberio Salgado imzalı The Salt of the Earth belgeseli Salgado'nun hayatını ve eserlerini anlatıyor. Çalıştığı bir kahve şirketinin, onu Afrika'nın Sahel bölgesindeki kahve plantasyonlarına göndermesiyle birlikte hayatı değişiyor. Yanına aldığı fotoğraf makinası onun ne yapmak istediğine karar vermesini sağlıyor ve Salgado fotoğrafçılığa başlıyor. Uzun süreli projelerinin ilkini kendi özüne dönerek gerçekleştiriyor. Hindistan yerlilerinin torunları olan Meksikalı ve Brezilyalı köylüleri "anlattığı" Other Americans albümünü 7 yılda oluşturuyor. Her bir fotoğrafı hayran kalınası Workers albümü 26 ülke gezerek fotoğrafladığı Avrupadaki göçmen işçilerin hikayesi. 2000 yılında ruhunu hasta eden bir çalışmaya imza atıyor. Migrations and the Children, 41 ülke gezerek gördüğü göçmenlerin, mültecilerin, vatansız insanların ve çocukların portrelerinden oluşuyor. Rwanda'nın tüm acısını Salgado'nun siyah beyaz fotoğraflarında hissetmemek imkansız. Yine yaptığımız, "başkalarının acısına bakmak"tan başka bir şey olmasa da...



"Umudum, birey, grup veya toplum olarak milenyumun eşiğinde zor durumdaki insanların acılarına son vermemiz. En basit haliyle bireycilik, bencillik felakete dönüşmektedir. Bir arada varoluşumuzun yeni rejimini yaratmalıyız."

Salgado'nun bu önerisini tabi ki gerçekleştiremedik. Fotoğrafları acının tüm yönlerini gösteren kanıtlar ve tefekkür nesneleri olarak kaldı. "Herkes türümüzün ne kadar korkunç olduğunu görmek için bu resimleri görmeli." Türümüzün korkunçluğunu gördük, daha kötülerini de gördük ve bir şey yapamadık.



Bu son çalışması Salgado'yu ruhsal olarak yıkıyor. Bir insanın yaşayabileceği tüm acıya şahit olması onu fotoğraf makinasından da uzaklaştırıyor. İnsanın insana yaptığı kötülükten sonra, insanın doğaya ettiği zulmü fotoğraflamak isterken, fikrini değiştirip, dünya üzerinde insan canlısının eli değmemiş, dokunulmamış, Salgado'ya göre yaratıldığı ilk günden bu yana aynı şekilde kalmış yerleri ve toplulukları fotoğraflamaya karar veriyor. Böylece Genesis çalışması ortaya çıkıyor. Doğaya ve saf insana dönüşü ruhunu iyileştiriyor ve -sağolsun- bize estetikliği bir yana, fotoğrafa baktığımız ilk an, gerçek mi yoksa bir tablo mu olduğunu anlamadığımız muhteşem bir albüm bırakıyor.



Onun doğaya bu dönüşü yalnızca fotoğraflarında kalmıyor. Ailesinin ona miras bıraktığı, kurumuş ve yok olmaya yüz tutmuş arazi, tüm güzelliklerini gördüğü doğa için bir şeyler yapmaya zorluyor Salgado'yu. Tek tek ağaç dikerek yeniden canlandırmaya çalıştıkları arazi, 2 milyon ağaçlı Terra Enstitüsü'ne dönüşerek ulusal park haline geliyor.

Sözün özü, yıkmak bizim elimizdeyse yapmak da bizim elimizde. Ben işe, telefonumu şarj etmediğim zamanlarda dahi prizde takılı olan şarj cihazımı prizden çıkarmakla başladım. Doğayı korumak için doğaya tapmamıza gerek yok. Yarın nefes almak istiyorsak, bugün nefes alma kaynağımızı korumamız lazım.



Kıssadan hisseyi de Fethi Gemuhluoğlu'na bırakıyorum.

"Tabii, insan fikre dost olunca, tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu'da. Peygamber-i Ekber bir hadis-i nebevilerinde fem-i saadetlerinden buyuruyorlar ki, 'Kıyamet alametleri belirse, kıyamet an meselesi haline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyamete hazırlanınız.' Orman... Orman için, ormana destan düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadis-i nebeviden hareket etmek kafidir."


Al Gore TED Konuşmaları
The Case for Optimism on Climate Change: https://www.youtube.com/watch?v=u7E1v24Dllk
İklim Krizi Üzerine Yeni Düşünceler: https://www.youtube.com/watch?v=YOh8sGixpe0
Al Gore İklim Krizine Çözüm Buluyor: https://www.youtube.com/watch?v=rDiGYuQicpA

Sebastiao Salgado TED Konuşması
The Silent Drama of Photography: https://www.youtube.com/watch?v=qH4GAXXH29s


Salı, Nisan 05, 2016

İyi Bir Koleksiyoncu Değilim



Bugünün yazısı bu olsun. 
Rastgele açtım Yıldızlı Atlas'ımı, en sevdiğim yazılardan biri düştü önüme. 
Yazısız kalacağım günler için iyi yazılar biriktiriyorum.

Gün ortasında dışarı çıkıyorum. Umutsuz ve karanlık anılarım için, içime biraz günışığı biriktiriyorum.

Güpegündüz yürürken, yıldızlar düşüyor önüme, ipil ipil yıldızlar!.. Karanlık gecelerde göğe asmak için, önüme düşen yıldızları alıp biriktiriyorum.

Parklara, okul bahçelerine gidiyorum. Sessiz evimiz için, çocuk sesleri; kuşsuz ağacımız için, kuş sesleri biriktiriyorum.

Sonra denize iniyorum, denize çıkan bir sokaktan. Gökyüzü için biraz mavi; havadaki benzin kokusunu kırmak için, biraz yosun kokusu biriktiriyorum.

Dalgınlığımdan olacak, nasılsa bir şeye takılıp düşüyorum. Giysilerimden düğmeler kopuyor. Halime bakıp gülüyorum. Kahkahalarımı iliklemek için kopan düğmelerimi biriktiriyorum.

Doğrulurken, annemin gülümsemesi geliyor gözümün önüne. Çaresizliğimi bastırmak için, annemin gülümsemelerini biriktiriyorum.

Akşam oluyor. "İyi akşamlar," diyor yanımdan geçen birileri. İyi akşamlar dileklerini alıp, iyi olmayacak akşamlar için biriktiriyorum.

Eve dönüyorum, canım sıkılıyor. Atlasları açıyorum. Bir gün her şeyi bırakıp gitmek geliyor içimden. Atlaslardan, gidilebilecek küçük ve ıssız adaların isimlerini biriktiriyorum.

Gazetelere bakıyorum. Gözleri bantlı yüzlerce kelime geçiyor içimden. Gazetedeki gözleri bantlı çocuklara yazacağım mektuplar için, gözleri bantlı kelimeler biriktiriyorum.

Bakıyorum da, iyi bir koleksiyoncu değilim yine de. Günler geçip gidiyor önümden. Geçen günlerin ardından koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum...

Burhan Eren / Yıldızlı Atlas syf. 73