Kim Bu Judith?

Pazartesi, Mart 07, 2016

Dabba - The Lunchbox



2013 Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’nda İzleyici Ödülü’ne layık görülen Dabba, Ritesh Batra’nın ilk uzun metrajlı filmi. Aslında tam karşılığı olmasa da Türkçeye sefertası olarak çevrilen dabba, Hindistan’ın kendine özgü bir geleneği. Ruhu sömürülmüş bir ülkeden geriye kalan ne varsa üzerine film yapacak kadar değerli oluyor. Dabbawalas, 20 milyon nüfuslu Bombay’ın banliyölerinde yaşayan ev hanımlarından ya da lokantalardan sefertası içinde alınan yemeklerin, şehir merkezindeki ofislerde çalışan insanlara ulaştırıldığı büyük bir sistem. Ulaştırma görevini üstlenenler dabbawallalar. Yaklaşık 5000 dabbawalla, her öğlen yemeği vakti 200.000’e yakın sefertasını banliyölerden alıp ofislere getiriyor. Öğle arası sona erdiğinde, aynı sefertaslarını alıp yemeği hazırlayana geri götürüyor. Bu iş karşılığında aldıkları paraysa 150 doları geçmiyor. 125 yıldır devam eden bu sistemde tek bir dabbawalla hangi sefertasının kime ait olduğunu ve kime götürülmesi gerektiğini çok iyi biliyor. Forbes’a göre bu sistem 6 milyonda bir hata ile çalışıyor. Dabba, işte o bir tane hatadan doğan bir hikaye.

Kendi halinde bir ev hanımı olan Ila kocasından bir parça ilgi görebilmek için sefertasını her gün özenle hazırlar. Üst kattaki komşusu yaşlı teyzeden de aldığı akılla, kocasının sevebileceği lezzetli yemekler yapar. Tek istediği, kendisini ihmal eden kocasının “kalbine giden yolu” fethetmektir. Bir gün, kocasına hazırladığı sefertasının başka birine gittiğini anlar. Sefertası, 35 yıllık iş hayatının sonuna gelmiş yalnız bir adam olan Saajan Fernandes’e  gitmiştir. Ila durumu anlamak için ertesi gün gönderdiği sefertasına küçük bir not iliştirir. Saajan’ın da bu nota karşılık vermesiyle aralarında bir mektup arkadaşlığı başlar. Zaman içinde bu mektuplar ikisinin de daha önce kimseye söyleyemedikleri hatıraların, pişmanlıkların, itirafların ve korkuların romantik bir değiş-tokuşu olur. Kendi iç buhranlarından ve bohem yaşamlarından bir kaçış olarak gördükleri bu mektuplar, devasa bir şehirde karşılaşmaları imkansız bu iki ruhun aradığı şeyi bulmasını sağlar: Umut.

“Yanlış bir tren sizi doğru istasyona götürebilir.”


Ritesh Batra, bir haftasını beraber geçirdiği dabbawallaların, yaşanması muhtemel ve makul hikayesini oldukça derin bir şekilde anlatıyor. Sistemin nasıl işlediğine dair bazı tüyoların da verildiği filmde, Avrupai metropol insanını hayrete düşürecek çok şey var. Film için araştırma yaparken edindiği arkadaşlarına filmde rol veren Batra, kamerayı, okuma yazma bilmeyen, kalabalık trenlerde şarkılar eşliğinde yolculuk eden bu adamların yüzlerine bir belgesel gerçekliğiyle odaklıyor. İşlerini büyük bir ciddiyet ve özveriyle yapan bu adamların her birinden ayrı bir öykü çıkacağını tahmin etmek zor değil. Sistemin hatasız olduğunu, Harvard’ın ve İngiliz Kraliçesi’nin övgüleriyle ispatlamaya çalışan dabbawallanın, sefertasında yemek değil de umut taşıdığını ve iyi ki hata yaptığını yalnızca biz biliyoruz.



Mektuplar gelip giderken, Saajan’ın hayatına bir de yeni yetme ve geveze memur Shaikh giriyor. Shaikh başta Saajan’ın sinirlerini zıplatsa da, zamanla onun sosyalleşme aracı oluyor. İnsanlarla diyalogunu evet ve hayıra indirgeyen Saajan, bu yüzden filmin başında izleyiciye de kendisini açmıyor. Ila’yla mektup üzerinden paylaştığı anıları ve Shaikh ile tren yolculuğundaki sohbetleri Saajan’ı yakından tanımamızı sağlıyor. Shaikh bir yardımcı karakter olarak yer alsa da aslında yönetmen bu karakter üzerinden varoluşsal ve toplumsal çözümlemeler yaptırıyor izleyiciye. Shaikh’in, ilk bakışta çok iğreti duran, trende sebze doğrama sahnesi ve insanların bunu garipsememesi Asya’nın geneline atfedebileceğimiz bir özelliği akıllara getiriyor: Özel alan-kamusal alan ayrılmazlığı. Bireyin toplum içinde bu kadar yetkinleştirildiği bir kültürde, özel alanında dahi kendini özgür hissedemeyen Ila’nın bir yabancıyla yaşadığı eski moda – edebi anlamda – romantizm, onun kendisine yarattığı özel alanı oluyor. Kocasının sormadığı soruların cevabını Saajan’a veriyor ve bu ona kendi varlığını hissettiriyor.

Filme müzik koymayan Batra, dikkatimizin dağılmasına ya da başka bir şey düşünmemize izin vermiyor. 105 dakikalık film hem yavaş işleyişi hem de müziksiz oluşuyla klasik bir Hint filminden ayrılsa da, aslında başka bir açıdan da iyi bir şeye sebep oluyor. Diyalogların ve mektupların arasına sıkıştırılan, karşıdan değil de içinden biriymiş gibi izlediğimiz Bombay manzarası, filmin derinliğinde boğulmamamız için konulan bir ara gibi. Müzik yerine de şehrin sesini dinletiyor Batra.

2013 Filmekimi kapsamında Türkiye’de gösterilen ve 25 Nisan 2014’te vizyona giren Dabba’yı neden izlememiz gerektiğinin cevabı, filmin Hint kültür ve geleneklerinin merkezi olan Bombay’ın realist, korkusuz ve doğrudan bir portresini çiziyor olması. Batra, bu portrenin içine aldığı naif bir hikaye ile birlikte derin, anlamlı ve unutulmaz bir film çıkarıyor ortaya.

*Bu yazı ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder