Kim Bu Judith?

Çarşamba, Ekim 14, 2015

bir alıntı.


"Benim için her zaman yenisin ve yenileşmenin sırrına sahipsin; bununla beraber seni teşkil eden zerre ve unsurların hiçbirine yabancı değilim! Öyle ki seni ta ezelden beri tanıdığımı, güzelliğini yapan mucizeli şeylerin iştiyakını, farkına varmadan sayısız bir zaman içinde çektiğimi sanıyorum. Onlar bütün tekevvün boyunca benim kısa lezzetlerim ve uzun hasretlerim olmuşlardı. Şimdi onların hepsini sende, senin tılsımlı terkibinde teker teker buldukça şaşırıyorum. Bana gelmeden evvel neredeydin? Bütün bu mükemmel şeyler, bu emsalsiz güzellikler ve mukavemet edilmez cazibeler parça parça hangi yıldızlarda dinleniyordu? Çünkü sende onların hepsinden ve esrarengiz hasiyetlerinden bir şeyler var, dalgın ve etrafına yabancı anlarında onlara doğru uzaklaştığını, onların hülyasına büründüğünü o kadar çok sezdim ki... Söyle, seni ilk aramaya başladığım andan bugüne kadar eşyanın tenevvü'ünde geçirdiğin tecrübeleri anlat! Hangi zengin ve esrarlı madenlerde, hangi nadir hassalı ve acaip parıltılı taşlarda uyudun? Hangi muattar, göz alıcı ve kıvrak nebatlarda büyüdün ve hangi çevik hayvan vücutlarında, hareketlerinin o keskin ve zalim melekesini, vücudunun tehlikeli rehavetini elde ettin? Sesinin inhinalarını hangi dereler verdi? Gözyaşlarının sıcaklığını topladığın akşamlar nasıl akşamlardı? Kaç yaşayan ve şuurlu vücutta henüz tamamlanmamış hüviyetinin cazibe ve kudretlerini deneye deneye yetiştin? Teninin afif hicabını bulmak için kaç gül bahçesi, kaç şaire ilham verdi ve kaç bahar nefesinin rayihasını vücude getirmek için iflas etti? Mevsimlerin, aydınlığın, muzlim ve sırrına erişilmez kanunların hava ve hevesten yarattığı güzel çocuk, bana bunları anlat! Sen tabiat kadar sonsuz, mütenevvi ve tezadlarla dolusun, halbuki görünüşte saf bir düşünce kadar muayyen ve bir damla suda çınlayan güneş damlası kadar berraksın! Seni bulmak için çok bekledim! Milyonlarca, milyarlarca terkibin içinde gittikçe zenginleşen, muadilleşen, asilleşen bir arzu ile seni kainatın dört köşesinden çağırdım.Onun içindir ki şimdi seni, benden evvel, ben olan binlerce, on binlerce gölgenin göz ve kulağıyla dinliyor, seyrediyorum ve senin her kımıldanışında, her küçük değişmende bunlardan bir tanesi doğuyor. Kendimi tabaka tabaka kesif bir uykudan uyanıyor, bin türlü halde yaşanmış bulanık ve sonsuz bir zamanın içinde belirsiz yüzlerinle perde perde canlanıyor sanıyorum. Hesapsız bir tekrar arama, bulma anlarını hatırlıyorum; bu yüzdendir ki karşında dalgın ve biçareyim, bu yüzdendir ki her visal, seni tekrar kaybetmek korkusuyla beni zehirliyor, hoyrat ve zalim oluyorum ve sana, benim olmaktan başka bir hürriyet tanımıyorum. Seni kaybetmek korkusu, asırlar boyunca, oluşun çemberinde seni tekrar, yenibaştan parça parça aramak azabının korkusu... İşte bunlardır ki bana seninle tam, yekpare ve imkansız bir ölümde birleşmeyi istetiyorlar... Sen unsurlarını veren şeylere dağılmak, ben nizamını ve gayesini sende bulduğum bir vahdette ebediyet boyunca toplu kalmak istiyorum; onun için şefkatim mahbesindir!"
Ahmed Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Tasvir-i Efkar, 1 Mart 1941, nr. 4638-282




Perşembe, Ekim 01, 2015

güz.



Yaz bitti haydi herkes evlere.. Sonbahar çocuklarının dışarı çıkma vakti geldi. Sokakları parmak arası terliklerden, sandaletlerden, dondurmadan, karpuz kabuklarından, çekirdekten temizleyin. Yaprak dökecek ağaçlar. Kavanoz bardaklarınızı da kaldırın, kahve fincanlarımızı, kupalarımızı çıkaracağız. Anneanne hırkalarımızı giyip dizlerimizi karnımıza kadar çekip kahve yudumlayıp, spotify'da en sevdiğimiz sonbahar akustiklerini dinleyeceğiz. kuruyan yaprakları toplayıp kitap ayracımız yapacağız. Artık toplanmayacak kadar kurumuş yaprakları zayi edecek değiliz. Üstüne zıplayıp ayaklarımızın fotoğraflarını çekip instagramlara koyacağız. Kozalakları toplayıp koleksiyonumuza ekleyeceğiz. Üstümüze bir hüzün çökecek ama seveceğiz bu hüznü. Şiir okuyacağız. Eylülün semtine kadar böyle gideceğiz. Şemsiyelerimizi alıp dışarı çıkacağız, yağmur tıpır tıpır yağacak şemsiyemizin üstüne. Doğumgünümüzü kutlayacağız ama parti yapmayacağız, kendimize hasır kitap çantaları hediye edeceğiz. Romantik komediler izleyeceğiz, hem ağlayıp hem güleceğiz. Ama en çok Amelie izleyeceğiz. Çöpçülere saygı duyacağız ama sokakları yapraklardan temizleyenlere kızacağız. Le Trio Joubran'ı en çok bu mevsim dinleyeceğiz. En sevdiğimiz kitapları bir daha okuyacağız. Rauf'tan Eylül'ü bir daha. Yıldızlı Atlas'ı bir daha. Yazı yazacağız. Narçiçeği daktilomuzu çıkarıp tak tuk sesler çıkara çıkara eylülü yazacağız. Salaş cafeler keşfedeceğiz. Çayı taze veren yerlere gideceğiz. Judith'le bol bol sohbet edeceğiz. Ona kekler, kurabiyeler, tatlılar yapacağız. Sonbaharın kokusu tarçındır, sahlebimize bol tarçın dökeceğiz. Bu mevsimde daha çok seveceğiz. Daha çok sevdiğimizi söyleyeceğiz. Yazın gözümüzün içine içine giren canlı renklerinden kurtulacağız. En sevdiğimiz renkler olacak her yer: krem, kahve, turuncu.. Bulutsuz gökyüzü mü olurmuş, başımızın üstünde bulutlarla gezeceğiz. Yapış yapış havadan kurtulduk artık akşamları hırkasız çıkamayacağız dışarı. Kapüşonlularımızın kollarını sündüre sündüre ellerimizi ısıtmaya çalışacağız. Kahve, bitki çayı, sıcak çikolata, sahlep içeceğiz. Adına ister güz, ister sonbahar, ister payîz, ister hazân diyelim, bu mevsime vurulacağız her seferinde. Ve evet, oturup blogda sonbahar güzellemesi yapacağız. 

Cuma, Eylül 18, 2015

Yazıyor...





Kalem çok inanılmazdır. Sihirli gibi. Onu alıp gökyüzüne çıkıp bir kuş gibi uçabilirsin, yerin yedi kat altına girip ateşin yakıcılığını hissedebilirsin, bir çocuğun gülüşüne dokunabilirsin, ölüleri duyabilirsin, O’nu görebilirsin. Hepsi kaleminin ucundadır. Sen kalemle yazmazsın, kalem senle yazar. Onu eline alırsın, kâğıda değdiği an sözcükler kendiliğinden dökülür. Sen de kendini yazar sanırsın.

Yazarken her şey eşlik eder sana. Kendisine can oldukların, yâr dediklerin, yâren bildiklerin, ağaçlar, gökyüzü, kelebekler, kuşlar, bütün kâinat. Hepsi senle beraber yazar. Yazdıkların yaşadıklarından bağımsız olamaz hiçbir zaman. Sevdiğin birini kaybettiysen hikâyendeki çocuk da birini kaybeder. Mutluysan hikâyendeki çocuk annesinden bir öpücük alır. Kızgınsan, hikâyendeki çocuk en sevdiği oyuncağını kırıp atar. Âşıksan, hikâyendeki çocuk bir kelebeğe dokunur. Sen hikâyende kendini anlatırsın. Yazarken bine bölünürsün. Her biri farklı bir şeyi fısıldar sana, sen onları yazarsın.

Kalem arsızdır. Yapışır kalır eline. Sen bırakmak istersin ama o, hikâye bitmeden seni bırakmaz. Bazen cümlelerin üst üste atlar. Hepsini bir anda yazmak istersin, kalbin sıkışır. 

Yazdıklarında yaşanmışlık varsa, sen yaşadıklarını anlatıyorsan bu farklıdır herhangi bir hikâyeden. Onu yazan elin değil kalbindir. Allah gönlünün perdesini aralamış, sözcükler bir bir çıkar perdenin arkasından, elinden kaleme, kalemden kâğıda dökülür. Bu yüzden daha güzeldir.

Yazdıkların, dolayısıyla yaşadıkların sana çok şey öğretir. Yazarken bir kere daha yaşarsın. Bir kere daha geçersin o yollardan. Bir kere daha acıtır, bir kere daha sevindirir, bir kere daha kızdırır. Elini ateşe tutup yaktığını yazıyorsan o ateşin acısını yine hissedersin. Mutluluktan ağladığını yazıyorsan gözyaşlarını yine tutamazsın. Yazmak, yeniden yaşamaktır çünkü.

Kelimeler anne gibidir. Anneni üzsen de, kırsan da seni asla bırakmaz. Ondan kaçamazsın. Bir kere elini tuttuysa annen, ondan kurtulman imkânsızdır. Sen her ne kadar kurtulmak istediğini söylesen de dilinle, gönlün aslında tam tersini ister. Annen seni hiç bırakmasın istersin. 

Kalem kırılgandır. Onu bırakırsan sana küser. Seni bırakmaz, ama üzersin onu. Gün gelir senden hesap sorar. Yazmaktan vazgeçme. Bir kelime bile olsa. Bazen sayfalarca yazsan anlatamayacağın şeyi tek bir kelimeyle anlatırsın: HİÇ.

Kaleminin boyasını kağıda dökmezsen, o senin kalbine dökülmeye başlar, kararırsın.

Çarşamba, Eylül 02, 2015

Abdülbaki Gölpınarlı'nın Tarihi İstanbul Konuşması




Abdülbaki dede bu konuşmayı 1950 yılında yapmış. Şimdi yaşasaydı daha neler eklenirdi bu konuşmaya. Kendini yaşadığı çağa ait hissetmeyenlerle dertleşiyor Abdülbaki dede. 2015 yılından biz de kafa sallıyoruz dediklerine. Biz ruhumuzu hangi yıllara gömdük kim bilir?

Bir çeşit yol tarifi vardı.. Bir çeşit ev tarifi: "... oraya vardın mı sağa dön. Solda bir bostan göreceksin... doğruca git. Gene soldan, köşede: önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, sarayyavrusu bir konak... Sağda az meyilli bir yokuş... Vur o yokuşa! Aşağı-yukarı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük, kuş yuvası gibi ahşap bir ev.. 14 numara! Karşısında küçük bir bakkal  var; Bakkal  İbrahim  Efendi... İşte o ev Selvinaz Kalfa'nın evi..." Bir çeşit gidiş vardı.. Bir çeşit dosta gidiş: Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz, ön tarafta damat bey.. Yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, yardıma "müheyya" dururdu. Varacağınız yere varınca "dur"' dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önüne kavuşturur, hizmete amade bir hal alır: gerekirse tutunmanız için elini değil "kolunu" uzatır: parasını alınca da "teşekkürler" eder, "hayırlar" dilerdi... Bir çeşit hitap vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi: Erkeğe beyefendi... Yaşlıca ve sakallı zata efendi hazretleri.. Erkeğe paşam diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi: yani azınlıklar. Arabadan inen "hayırlı işler" derdi arabacıya... Arabadan inene "güle-güle" derdi arabacı... Bir çeşit vapur yolcululuğu vardı... Bir çeşit dostluk: Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin oturduğu yer belliydi. Yerden temennalar... İçten iltifatlar... Hal-hatır soruş... Biraz belki "riya" da vardı... Bir çeşit iltifat: Oğul sorulurken, mahdum beyefendi denirdi. Oğuldan söz edilirken, mahdum bendeniz... Babaya peder denirdi, anneye valide... Kızdan kerime cariyeniz diye söz edilirdi. Peder duacınız denirdi babadan bahsedilirken... Ve muhatap her sözü bir estaafirullahla karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin eli... Ve duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaşdaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri hoş olurdu... Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi... "Esnaftan..." diye kınayanlar yok değildi: Belki de çoktu... Fakat "Biz esnafız, bizde yalan yok "demeyen esnaf yoktu. Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili... Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu. Ezan, namaz kılmayana bile bir "ruh sükunu" ydu ... Bir müzik vakfesi... Bir huşu anı... Sabah salası "dilkeş-i haveran'dan, ezanı saba"dan... Öğle, ikindi, yatsı ezanları, önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi, bambaşka bir dokunuş tarzı vardı...
Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı... Herkes birbirleriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun iyaline, kimsesiz kadının haline orda çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı... İlaç alınırdı... Kömür gönderilirdi. Para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de: yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi: "Akrabanızdan biri göndermiş..." denirdi... "adını söylemedi"... Bir çeşit külhanbeylik vardı... Bir çeşit emniyet kolu:  Mahallenin namusundan mesul sayardı kendilerini bunlar. Mahallenin bekçisine,  karakoluna yardımcıydılar.  Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan...  Uyanan uyanacağı zaman uyanırdı. Geçinirdi mahalleliden bunlar... Ellerinden bir kaza çıkarsa hapishanede mahalleli yardımcıydı bunlara... Ve üzüntülü... Bir çeşit hizmetçi kadın vardı... Bir çeşit ev halkından olanlar: İhtiyarlayan dadı olurdu "ana yarısı"... Genci evlendirilirdi; kocasıyla o eve bağlı kalırdı. Varlıkları birdi, yoklukları bir... Bir çeşit yaşayış vardı... Bir çeşit huzur ve sükûn: Sabah ezanında kalkılır... Kuşlukta işe gidilir... Gün batarken ya meyhaneye uğranır ya eve dönülür; fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan genç, "terliksiz" çıkardı odasına... Kimseyi uyandırmazdı... Herkesi sayardı. Geceleyin ne korna sesi vardı ne vapur düdüğü, ne radyo haberi, ne mahalleler arasında çocukları uykularından belinlendirip sıçratan, sinirlileri de delirten otomobili ilân yaygarası; ne mahalle arasında kafeterya, ne çalgılı gazino... Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir çeşit gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, "kolay gelsin" denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır memnun olur, "eyvallah" der, yeni bir güçle işe başlardı... Bir çeşit aşinalık vardı... Bir tarz kardeşlik: Yolda, kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük, küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya "ilk selam veren" di. Selam, verilen tarzdan daha da güzel bir tarz alınır... Bu rastlantı hayra yorulur... Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi... Bir çeşit yola çıkış vardı... Bir çeşit yola yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü... "Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş" demekti bu. Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı "uğurlar olsun" derdi. Bunu duyanlar, "uğurun Hakka olsun" sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de "uğurlar olsun" derlerdi. Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilir. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi...


Bir çeşit nezaket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlaka "müsaadenizle" der, izin alır; yer var da oturursa, "afiyet olsun" demeyi ihmal etmez, "teşekkürle karşılanırdı. Yemeyi önce bitiren, gene oturanlara "afiyet olsun" demeden gitmez. Bir çeşit hatır saymak vardı...

Bir çeşit insanca saygı: Toplulukta gizli konuşulmazdı. Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin sözüne riayet eder. Özüne saygı beslerdi ve bu saygı bilmeyenler pek ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan... "Meclis bozan" denirdi onlara ve pek nadir bulunurdu böyle kişiler... Bir çeşit hoşgörü vardı: "İnancı inanılmasa bile hoşgörüş: ayıplananın ayıbını örtüş... İnancı ayrı olan sağsa, gıyabında "Allah hidayet etsin" diye anılırdı. Ölmüşse "dinince dinlensin" denirdi. Körün, sağırın yanında körlükten, sağırlıktan söz edilmezdi. Ayıplananın yanında o ayıbını hazırlatacak sözden kaçınırdı ve böylece bir mecliste herkesin ilk düşüncesi buydu...

Yollar tertemizdi. Ayrıca da; herkes sabahleyin kapısının önünü sular, süpürürdü. Nasılsa yolda bir taş... Hem de küçük bir taş gören giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşünmesine sebep olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu. Yolda birisinin düşürdüğü küçük bir ekmek parçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır. Öper, yahut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra ya bir duvar kovuğuna ya bir ağaç yarığına kordu. "Nimet" ti ve nimete hürmet getirirdi. Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm bütün mahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar kalkmaz, o eve "önce kıble komşusundan" çorbasıyla, etlisiyle, tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi... Ertesi gün sağ, sonra sol komşudan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırayla katılırdı, bir hafta yaslı evde yemek pişirmek zahmeti düşünülmezdi. Sabahleyin evde ilk iş "lambanın şişesini silmek" olurdu. Lamba şişesine hoffladıktan sonra küçük incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir; üstü de silindikten sonra kenara konur; lambanın gazına gaz eklenir; fitili temizlenir; hususi makasla kesilir; idare kandili de aynı tarzda hazırlanırdı. Ne elektrik vardı, ne elektrik kesilmesi! Ne küçücük bu günün eğri-büğrü, kırık-dökük mum istifi...
Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı... Pencerelerde fesleğenler... Bahçeleri vardı her evin... Bahçelerde  güller, çeşitli  güller, karanfiller... Yol kenarında gecesefaları... Bir  meydan vardı... Geniş güzel: Ortasında suyu pırıl pırıl büyük bir havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve: asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli... İkinci kahvenin sonunda tertemiz bir lokanta... Buluşulur, oturulur, sohbetler edilir. Yemek yenilir, dinlenilirdi. Üstatlar gelirler... Şiirler okunur... İstekliler "baygın âşıklar" gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle...
Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu orda... Alınan verilen soluk, işitilebilirdi. Şehzadebaşı’ndan, Beyazıt'tan giderken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Fevziye’ydi... Haftada bir musiki âlemi kurulurdu orada. Hoca'dan Büyük Dede'ye, Büyük Dede'den Şevki Bey'e dek nağmeler cağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı... Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere... Hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın diye... Boğaz, Göksu, Haliç, Kağıthane. Kıyılardaki yalılar... Ordaki musiki âlemleri... "Hammiğnesi" kayıklar... Nağmeler, elemler, emeller... Bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir... Dostluk vardı, vefa vardı; Söz vardı öz vardı;  Sükûn vardı, rahat vardı, ruh vardı, Huzur vardı, feyiz vardı, zevk vardı, Neş'e vardı, edeb vardı, can vardı; Canan vardı, hicran vardı... Aşk vardı... Şimdi "yol"u sormayın; bilen yok ki... Evler burunsuz... dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin aynı... tanınmaz ki... Şoför arkadaş, sakallıya baba... Amca; gence abi diyor.  Kadın'a artık  "bayan" demeyi de unutmuş... Teyze, yenge, abla diyor. Vapurda "bildik" yok... "Belli  yer" kalmamış. Ezan  artık  inanana  "Aziz  Allah" dedirtmiyor... adamı ürkütüyor; "Lâhavle" dedirtiyor. Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi.. Mahalle kahvesi hiç kalmadı. Külhanbeylik, "haraççılık" olmuş. Geceyle gündüz belli değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar... hepsi her gün bir olayla dertli... Elektrik muma, gaz lambasına muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte... Çeşmeler musluksuz. Kalanların kitabeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynu bükük zavallılar... Küllük; eğri büğrü merdivenli, yamrı-yumru duvarlı otomobil mahşeri... Seyyar satıcı pazarı... Çiğ renkli kilim duvarlara asılmış, Gözleri zedeliyor. Pislik birikintileri ayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor ve bu "meydanlıktan  çıkmış" meydanın  sonunda, irfan  merkezimiz  Üniversite! Çalışanın hatırı mı sorulur... Tanıyan mı var onu? Selâm, bir "gericilik ". Hiç böyle şey olur mu? Ne ilkel töre!.. "Uğurlar olsun" ne demek? Dense bile yok buna karşılık veren... Masaya oturanın "afiyet olsun" demesine şaşanlar bulunur... "Nereden tanıyor ki bu bizi" diyor içinden ve cevap bile vermiyor...
Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor bu gün... Yahut "ee... iii... uuı..’.’ diye inleye inleye, kesik konuşmak moda olmuş... İnanca, dine, imana saygı değil, "sövgü" var artık. Müzik piçleşmiş... ne Doğulu, ne Batılı, fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil.. Ve biraz değil çok pek çok zırdeli!... Ve biz, bu ülkede artık garibiz: "Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir..."



Abdülbâki Gölpınarlı (1900-1982)

Kim Bu Judith?


"Bir kadının Shakespeare'in çağında, Shakespeare'in oyunlarını yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı. Gerçek verilere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü harekete geçirip Shakespeare'in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım..."

Virgina Woolf Kendine Ait Bir Oda'sında anlatmaya çalıştığı şeyi somutlaştırmak için Judith adında hayali bir kadın kurgular. Shakespeare'in en az onun kadar zeki, yazmaya ilgili ve yetenekli kız kardeşi Judith için olası bir senaryo yazar. Woolf'un Shakespeare ile kıyas yapmasının nedeni dönemin (1900ler) edebiyat konusunda tüm gücü ve popülerliği elinde bulunduran "deha"sının Shakespeare olması. Öyle ki erkekler -George Eliot takma adıyla yazan Mary Anne tarafından bir güzel kandırıldıklarının farkında olmadan- kadınlara "Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?" diye sorarlar. Bunun cevabını Woolf uzun uzun verir kitabında. Nihayetinde en büyük eksik kadınların "kendine ait bir oda"larının olmayışıdır. Sonra kadınlara seslenir. "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" Odaları, paraları ve vakitleri olmayan kadınlar, tüm tasasızlığıyla odasına çekilip, mumunu yakıp, daktilosunda keyifli keyifli yazan erkeklerden daha az zeki değildir. Judith de ağabeyi Shakespeare'den daha az zeki, daha az yetenekli ve daha az istekli değildir haliyle. Woolf'un Judith için yazdığı hayat hikayesi o dönemde herhangi bir yazar kadının (kadın yazar değil) başına gelebilecek olası şeylerdir. Okumak ister, anne ve babası tarafından evlenmeye zorlandığında isyan eder, dövülür, evden kaçar, Londra'ya gelir, tiyatrocular tarafından aşağılanır, kullanılmak istenir, umutları söndürülür...

Kendine Ait Bir Oda'nın beni en çok etkileyen kısmı Judith'e ayrılan bu bir sayfadır. Yazmak, yazarlık, yazar kadın olmakla ilgili kendimi, çevremi, edebiyat çevresini sorgulamamı sağlayan bu kitap, beni şimdi bu satırları yazmaya, Judith'in arkadaşı olmaya zorladı. Judith'e kendimce bir oda inşa ettim. Yazabilmesi için masasına bir dolma kalem ve biraz kağıt koydum. Bir kaç tane de mum yaktım. Burada okuduklarınız Judith'in daktiloya çekilmemiş yazılarıdır.

Judith'e ne mi oldu?

"...bir kış gecesi canına kıydı ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatıyor."