Kim Bu Judith?

Salı, Mart 08, 2016

Suffragette



Tarihin en önemli kadın hareketlerinden biri olan Sufrajistler’in geçmişi 18. yüzyıla kadar dayanır. Süfrajist hareket derken refere edilen Birleşik Devletler’deki barışçıl kolektif direniştir. Oy hakkı üzerindeki cinsiyetçiliğin kaldırılmasını ve kadına oy hakkı verilmesini “isteyen” süfrajist hareket 1920’de amacına ulaşır. Hareketin Birleşik Krallık’taki ayağının öncüsü 1903’te Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’ni kuran Emmeline Pankhurst’tur. Birleşik Krallık’ta kadınlara oy hakkı verilmesi için mücadele eden kadınlara Suffragette adıyla hitap edilir. Kelimenin içindeki “get” fiili, buradaki kadınların yalnızca oy hakkı “istemediği”, bu hakkı “almak” için mücadele de edecekleri anlamına gelir. Süfrajetler Birleşik Devletler’deki kız kardeşlerinin aksine militarist bir şekilde örgütlenmişler, Ruslardan öğrendikleri açlık grevleri, mağaza vitrinlerini taşlamak, polisle mücadele etmek gibi militan yöntemler denemişlerdir. Bunun en büyük sebebi Birleşik Krallık’ın süfrajetlere uyguladığı insanlık dışı şiddet ve ayrımcılıktır. İsmiyle müsemma Sufragette bizleri Birleşik Krallık’ta Süfrajetlerin yoğun olarak faaliyet gösterdiği 1912 yılına tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor ve milyonlarca kadından biri olan Maud Watts’ın hikayesine konuk ediyor.

Maud Watts (Carey Mulligan) annesi gibi, bir fabrikada çamaşırcılık yapan, vücudu yanıklarla dolu, kendisiyle aynı işi yapan eşi Sonny’den (Ben Whishaw) daha az maaş alan, fabrikadaki yüzlerce kadından biridir. Fabrikadaki mesaisi bittikten sonra evdeki mesaisi başlar. Kocası Sonny ve oğlu George için yaşar ve bir kez bile şikayet etmez. Şehre gittiği birgün Süfrajetlerin eylemiyle karşılaşır. Mağaza vitrinlerini taşlayan kadınların arasında birlikte çalıştığı Violet’i (Anne-Marie Duff) görür. Korkarak oradan uzaklaşsa da ilgisi o yöne çevrilmiştir bir kere. Violet’in mecliste yapacağı konuşmayı dinlemek için onunla birlikte gider ancak Violet kocası tarafından darp edildiği için konuşma işi Maud’a düşer. Yıllarca kendisini taciz eden patronuna konuşamayan, evde kocasına konuşamayan Maud onlarca erkeğin arasında yalnızca yaşadıklarını anlatır. Konuştukça erkeklerden önce kendi kendini dinlemeye ve hak vermeye başlar. Yasa yapıcı erkeklerden olumlu tepkiler aldığını zanneden Maud yanılacaktır. Verilen sözler tutulmaz ve kadınlar “oy hakkı verirsek seçilmek de isterler”, “bir gün bizi yargılamaya kalkarlar” diyen erk tarafından bir kez daha kapı dışarı edilir. Kocasının ikazlarına aldırış etmeden eylemlere katılan Maud hapse atıldıktan sonra direnişin derinlerine inmeye başlar. Burada Emily Davison’la tanışır. Hapisten çıktıktan sonra Edith Elynn’in (Helena Bonham Carter)toplantılarına katılır. Çok geçmeden de bedeller ödemeye başlar. Önce erkekler tarafından sonra kendi hemcinsleri tarafından aşağılanır. Süfrajetlerin lideri Emmeline Pankhurst’un (Meryl Streep) konuşmasını dinledikten sonra artık emindir, o da bir Süfrajettir ve “köle olacağına asi olmayı” tercih eder. Bir anne olarak en büyük bedeli çocuğunu görememekle öder. Hiçbir şey onu yıldırmaz; Maud artık Süfrajetlerin bir neferi olmuştur.

Süfrajet hareketi İngiltere’de üst-orta sınıfın öncülüğünde başladı. Hareketin başındakiler eli nasırlı, sırtı yanık, kucağında bebek olan kadınlar değildi. Sufragette filminin en önemli noktası hareketi işçi sınıfı gözüyle anlatması. Kaybedeceği çok şey olan bir kadının, siyasal hakkı için mücadele etmesinin anlamı şüphesiz daha farklıydı. Filmin bu perspektifi hem olumlu hem olumsuz eleştiri yapmamıza neden oluyor. Kadrajın tümüyle Maud’a ve onun hikayesine yönelmiş olması, İngiltere’de çalışma hakkı verilmiş ancak emeği sömürülen ve karşılığı verilmeyen kadınlar için oy hakkının ne anlama geldiğini anlatması açısından iyi bir tercih. Ancak Maud’un yalnızca birkaç toplantıdan sonra harekete sıkı sıkıya bağlanmasının arkasında yatan temel şey Süfrajet hareketinin fikirsel temelleri olmalı. Edith Garrud olduğu düşünülen Edith Elynn’in dahi tereddüt ettiği bazı şeylerde, Maud’un kararlı davranışlarının arka planı eksik bırakılıyor. Maud’u Süfrajetlere dahil eden Violet karnındaki bebeğinden vazgeçemezken, Maud oğlunun zengin bir aileye verilmesini birkaç sinir kriziyle atlatıyor. “Doğru” tercih bu olabilir ancak Maud’u mücadeleye bu kadar bağlayan şeyin güçlü bir “ideoloji” olması gerekiyor. Emmeline Pankhurst’un yalnızca 5 dakika süren konuşmasından etkilenmesi ya da Dreams adlı kitaptan bazı pasajlar okuması gibi “neden oy vermesi gerektiğini bilmesini” sağlayan düşünsel bir zemin oluşturulması önemli. Filmin en önemli eksiği Maud’un bireysel mücadelesinin fikirsel temellerinin, kolektif mücadeleyle anlatılmamış olması. Suffragist hareket denildiğine akla gelen ilk film Iron Jawed Angels (2004) ile Suffragette’i izleyenler aradaki bağı hemen kurabilir. Iron Jawed Angels Birleşik Devletler’deki Süfrajist hareketi anlatsa da iki filmin çok ortak noktası var ve bu sebeple karşılaştırılmaması mümkün değil. Filmin tümünü değerlendirdiğimizde Suffragette durduğu yer açısından çok önemli bir film ama Iron Jawed Angels ile aynı koltuğu paylaşacak bir film değil. Bunun en büyük nedeni de yukarıda bahsettiğimiz ideolojik eksiklik. En az bunun kadar önemli diğer bir eksik de filmde hareketin etnik çeşitliliğine yer verilmemiş olması. Hem de İngiltere’deki mücadelenin en önemli figürlerinden biri Sophia Dulleep Singh iken.

Yine de Maud’un mahalle baskısından, “utanmazlığından”, bağımlılığından sıyrılıp kendi gücünü farketmesi filmin önemli dönüm noktalarından biri ve dikkate alacağımız yer de orası. Oğlunu kendisine göstermeyen kocası, yasaların erkekten yana olduğunu söylediğinde Maud’un yaşadığı o kırılma noktası yalnızca Süfrajetlerin değil tüm kadın hakları mücadelesinin temelini oluşturuyor.

“Yasalar benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Yasaların yapımında söz hakkım olmadı.”

Filmin bütününe baktığımızda Suffragette’i önemli bir dönem filmi kategorisine koyabiliriz. İngiltere’deki emekçi halkın yaşadığı fakirlik, açlık, toplum ve yönetim baskısı sinematograf Eduard Grau’nun gri görüntüleriyle acı gerçekler olarak tam karşımızda duruyor. Maud kurgusal bir karakterken, önemli tarihsel olaylara da yer veriliyor. Emily Davison’un büyük fedakarlığı, hapishanedeki açlık grevleri, zorla beslemeler, patlamalar, büyük yürüyüşler, dönemin liderleri ve kendisini 5 dakika gösterip giden Emmeline Pankhurst. Suffragette, The Iron Lady’nin senaristi Abi Morgan’ın yanında, yönetmeninden yapımcısına kadın hakimiyetinde çekilen bir film ve kameranın önündekiler kadar arkasındakiler de oldukça etkileyici.

Suffragette’in Londra’daki prömiyerinde Sisters Uncut’ın “ölü kadınlar oy veremez” sloganlı protestosu, filme yöneltilen bir eleştiriden çok gündeme ilişkin bir tepkiydi ve haklıydı. Filmin kendisi durduğu yer ve perspektifi açısından çok önemli. Film bittikten sonra beyaz perdede, dünyada kadınlara oy hakkı verilme tarihleri kronolojik olarak sıralandığında, 2015 tarihiyle karşılaşıyor oluşumuz böyle bir filmin neden gerekli olduğunu ispat etmeli. Bu konuyla ve böyle bir oyuncu kadrosuyla daha iyi bir film çekilebilirdi ancak anlattığı hikaye eksiklerini tolere etmemizi gerektiriyor. O zaman amaç oy hakkıydı, sonra seçilme talebiydi şimdi parlamentoda sayıyı arttırmak. Mücadele hala bir şekilde devam ederken, dersimizi de iyi çalışmış olmamız gerekiyor. Siyasal haklarını “bilinçli” bir şekilde kullanan kadınların, Osmanlı’da da önemli bir yeri olan Süfrajist hareketin temellerini ve mücadelesini öğrenmeleri açısından Suffragette iyi bir deneyim olabilir.


*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder