Kim Bu Judith?

Çarşamba, Mart 16, 2016

Bicycleran



1987 yapımı Bicycleran, Mohsen Makhmalbaf imzalı, birey ve sosyo-politik topluluk arasındaki ilişkiye dair nokta atışı çözümlemeler içeren, postmodern İran sinemasının yeni gerçekçi filmlerinden biri. İnsancıl, estetik bir sinema dili içerse de, “Her şey zıddıyla kaimdir” dercesine, insan çaresizliğini, sömürüsünü ve gaddarlığını anlatmaktan kaçınmayan eleştirel bir dili de var. Teknik açıdan yetersiz bir film olsa da dar çerçevede mülteci sorunu, geniş çerçevede insanlık sorununa parmak basması filmin bu tür kusurlarını örtüyor.

Film, dairesel bir pistte motorsikletiyle gösteri yapan bir adamla girizgah yapıyor. Filmin bütününe hakim olan bu sonsuz devinim, motorsikletiyle hiç durmadan dairesel hareketler çizen ve bundan para kazanan adamla başlıyor. Bu motorsikletli adamın arkadaşı Nasim, oğlu Jomeh ve karısıyla birlikte Afganistan’dan göç edip İran’a yerleşen milyonlarca mülteciden biri. Karısı ölümcül hastalığa tutulan Nasim’den tedavi için, sonundaki sıfırların altında ezileceği miktarda paralar isteniyor. Nasim’in elinde olan paralar karısını hastaneye yatırmaya bile yetmiyor. Kuyu kazarak geçinen Nasim’in acilen para bulması demek, ya illegal işlere bulaşması ya da kendi canından vazgeçmesi demek. İkisini de deniyor Nasim. Kaçakçılarla anlaşıp kamyon şoförlüğü yapmak istiyor ancak polislere yakalanıyor. Diğer mültecilerin yaptığı gibi, gidip bir kamyonun altına yatıyor. Para için canından vazgeçen bu adama para vermedikleri gibi, bir güzel de dövüyorlar. 2 Afgan işçiyi 30 tomana çalıştıran işverenlere gidiyor ama orası da insanların çalışmak için birbirini ezdiği bir savaş alanı. Nihayetinde, en iyi bildiği işten başka elinde bir şey kalmıyor. Arkadaşı sayesinde eski bir sirk işletmecisiyle anlaşıyorlar. Daha önce Afganistan’da 3 gün boyunca bisiklet sürerek şampiyon olan Nasim, bu kez 7 gün için anlaşıyor. 7 gün boyunca bisikletin üzerinden hiç inmeyecek, bu sayede karısının hastane masraflarını karşılayabilecek.

“Onun adı Nasim veya Bâd-ı Sabâ ama o tufanlar yaratıyor!”

Nasim bir anda tüm insanların ilgi odağı haline geliyor. Bir satıcı (sirk sahibi) ve pazarlanan bir eşya (Nasim) olunca piyasası da oluşuyor haliyle. Seyyar satıcılar, falcılar, bahisçiler doluşuyor meydana. Nasim üzerine bahisler oynanıyor. Nasim dikkat çekmeye başladıkça satıcı malını yağlayıp ballıyor.

“Nasim Hindistan’da bakışlarının sertliğiyle bir treni durdurdu. Onun adı Nasim ama o tufanlar yaratıyor!”

Ortada bir başarı varsa bu başarıdan nemalanmaya çalışanlar da olacaktır pek tabii. Yerel ekonomiyi kontrolü altında tutan Batı tarzı giyimli, siyah gözlüklü mafya babaları, üçkağıtçılar, siyasetçiler paranın kokusunu alınca, Nasim altın kafese konuluyor hemen. Doktorlar gönderiliyor; beslenmesi, güçten düşmemesi ve enerjik kalması için deneyler yapılıyor, ilaçlar hazırlanıyor. Nasim’in bu yarışı kazanması Afganlar için bir umut demek. Bu nedenle kazanmasını istemeyen insanlar da az değil. Nasim’in casus olduğu düşünülüyor, ona yarışı bitirmesi için büyük paralar teklif ediliyor, doktorlara rüşvet veriliyor. Karısının hastane masraflarını karşılamak için insanlık dışı bir yöntem deneyen bu sıradan adamın etrafında, koskoca politik bir mücadele dönüyor aslında.

Bir yanda da Nasim’le fotoğraf çektirmeye gelen, bisikletinin arkasına atlayıp kameralara poz veren, Nasim için sloganlar atan, alkışlayan bir halk var. Ortada toplumsal bir dayanışma olunca insanların duygularını manipüle etmek de kolaylaşıyor, eğreti duran vaizler çıkıyor ortaya.

“Gerçekten bahtiyar ve umut doluyuz.”

Bir insanın acizliğinin ve çaresizliğinin bu denli sömürüldüğü bir gösteride Nasim ne haldedir? Dış dünyaya kulaklarını kapamıştır Nasim. Bisikletin üzerinde yer, bisiklet üzerinde içer, tuvaletini yapar, telefonla bile bisikletin üzerindeyken konuşur. Bahisler arttırılıp para kazanıldıkça, Nasim’in karısı iyi bir odaya alınır, solunum cihazı bağlanır, serum takılır, güzel ve sıcak yemekler yer. Nasim halüsinasyonlar görmeye başlar, uykusu gelir, düşmemesi için tokatlanır, başından aşağı su dökülür. Bazen düşer bisikletten, arkadaşı hemen onun yerini alır. Bisikleti zarar görür, başkasının bisikletiyle devam eder. Bu Afgan mülteci yarışa devam ederken her pedal çevirişinde bir şeyleri değiştirir. İki Afgan işçi günlüğü 30 tomana çalıştırılırken, bu ücret bir anda 200 olur, 300 olur, 400 olur.

Makhmalbaf’ın abartılı bir dışavurumculukla çektiği filmde kullandığı metaforlar, kasvetli atmosfer, konuyu tekdüzelikten çıkarıp böylesine ustaca işleyiş şekli, dönemin İran’ının gerçekçi bir portresini çiziyor. Sefalet, işsizlik, yozlaşma ve ahlaki çöküş Nasim’in küçük bir alanda çizdiği daireler içinde alegorik bir tarzda anlatılıyor. İnanç, toplumsal değerler, insanlık ve idealizm Nasim’in dışındaki dünya için hiçbir şey ifade etmiyor. Makhmalbaf, motorsikletli adam ve Nasim’in hiç durmadan çizdiği daireler arasına alıyor izleyiciyi. Bu devinimin içinde ahlak, etik, inanç ve değerler üzerine felsefik sorgulamalar yaptırıyor. Varılan netice, Nasim’in ulaştığı noktadan farklı değil.

Nasim’in yarışı kazanıp kazanmadığının bir önemi yok. Makhmalbaf’ın kulak tırmalayıcı müzikler eşliğinde resmettiği arada kalmışlık, birey-toplum arasına sıkışmışlık filmin sıkılgan havasında sorgulamaların sonunu getirmiyor. İnsan özünü, iyisiyle-kötüsüyle ele alış şekli, bir de bunu hiçbir yere ait olmayan birinin gözünden yapıyor oluşu filmi izlememiz için yeterli nedenler. 

*Bu yazı, ekrandedektifi.com'daki inceleme yazımdan alınarak kısaltılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder