Kim Bu Judith?

Salı, Nisan 26, 2016

Kendine Ait Bir Oda'dan Notlar - 1



Eline kalem almaya karar vermiş her kişinin, özellikle kadınların okuması, üzerine düşünmesi gereken bir kitap Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sı. İşte böyle konuşuyor Woolf kadınlarla; 

Bir kadın kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır. Ve göreceğiniz gibi bu, kadının gerçek doğasına ve kurmacanın gerçek doğasına dair büyük sorunu çözümsüz bırakmakta. 

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık. Çar ve Kayzer ne taç giyerler ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağıda olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı, kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden, kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür, erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder?

Ezelden beri bütün şairlerin bütün yapıtlarında kadınların işaret ışığı gibi yandıklarını söyleyebiliriz. Oyun yazarlarında Clytemnestra, Antigone, Kleopatra, Lady Macbeth, Phedre, Cressida, Rosalind, Desdemona, Malfi Düşesi; düzyazı yazanlarda, Millomont, Clerissa, Becky Sharp, Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermantes -bu adlar insanın aklına üşüşürken "kişiliği ve niteliği eksik" kadınları düşündürmüyor hiç. Aslında, eğer kadın sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı, kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik; çok farklı; yürekli ve huysuz; muhteşem ve çıkarcı; müthiş güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük. Ama bu, kurmacadaki kadın. Aslında, Profesör Trevelyan'ın da işaret ettiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu.

Böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. Hayal edildiğinde çok önemli, pratikte ise tamamıyla önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor. Kurmacalarda, kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor, gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. Dudaklarından, edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor, gerçek hayatta okuması, yazması neredeyse yok, zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.

Şu yaşlı beyefendiler insanı fazla düşünmekten nasıl da kurtarıyorlardı! Onlar yaklaşınca cehaletin sınırları nasıl da geriliyordu! Kediler cennete girmez. Kadınlar Shakespeare'in oyunlarını yazamaz. 

Bir kadının Shakespeare'in yaşadığı çağda Shakespeare'in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare'in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith'ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir -annesine para kalmıştı-, orada Latince -Ovid, Vergilius ve Horace-, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki de geyik vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra'ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor, hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kız kardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kağıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı -gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra'nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda -çünkü çok gençti, şair Shakespeare'e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar-, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece -eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?- bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür. 

Dünya kadına, erkeklere dediği gibi "İstersen yaz, umrumda değil." demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek "Yazmak mı?" diyordu, "Yazman ne işe yarıyor?"

Varsayalım ki bir baba, soylu nedenlerle kızının evden ayrılıp, yazar, ressam ya da biliminsanı olmasını istemiyordu. "Bak Mr. Browning ne diyor?" derdi; hem sadece Mr. Browning de değil; Saturday Review gazetesi; Mr. Greg de vardı- "bir kadının varlığının temeli" diyordu Mr. Greg, üzerine basa basa "erkeklerden destek alması ve erkekler tarafından yönetilmesidir."- erkeklerin görüşü öyle büyük bir yer kaplıyordu ki kadından entelektüel bir şey beklenemezdi. Babaları bu görüşleri yüksek sesle okumasa bile her kız bunu kendi kendine okuyabilirdi. Ondokuzuncu yüzyılda bile bunları okuyunca kızların hevesi kırılır, işlerine yansırdı herhalde. Sürekli, şunu yapamazsın, bunu beceremezsin türünden iddialara göğüs germek, onlarla baş etmek zorunda olurlardı.

... Çünkü burada yine kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; "kadın aşağıda olmalı"dan çok "erkek üstün olmalı" diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.

Heyhat! Yazmayı deneyen bir kadını
Kendini bilmez bir yaratık sayarlar
Hiçbir erdem telafi edemez bu hatayı
Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz
Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun
İşte bunları istemeliymişiz
Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak
Güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş
Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi
Berbat bir evin sıkıcı işleriniyse
En büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri

Onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri'nden ya da Güller Savaşı'ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı.

"Genelde kadınların çok serinkanlı olmaları istenir; ama kadınlar da erkeklerle aynı şeyleri hissederler; erkek kardeşleri gibi onlar da yeteneklerini işletmek, çabalarını harcayacakları alanlar bulmak ihtiyacındadırlar; katı yasaklamalara, mutlak durgunluklara tahammül edemezler, tıpkı erkekler gibi; daha fazla ayrıcalığa sahip başka insanların, onların puding hazırlamakla, çorap örmekle, piyano çalmakla ya da nakışla yetinmelerini söylemeleri darkafalılıktır. Kadınlar geleneklerin kendi cinsleri için gerekli gördüğünden fazlasını yapmak ya da daha fazla öğrenmek istiyorlarsa onları suçlamak ya da alay etmek düşüncesizliktir."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder