Kim Bu Judith?

Cuma, Nisan 29, 2016

Twinsters



Son 1-1.5 aydır documentary-filmlere merak salmış durumdayım. Dün izlediğim Twinsters, en sevimli ve duygusal olanıydı. Sevimli ve duygusal olan, hikayenin gerçeğe dayanan kısmıydı, düşündürücü kısmıysa böyle bir hikayenin pre-internet döneminde asla yaşanmayacak olması.  

Anais Bordier, Londra'da moda tasarımı okuyan Fransız bir kadın. 19 Kasım 1987 yılında Güney Kore-Busan'da doğmuş ve Fransız bir aileye evlatlık olarak verilmiş. Gerçek ailesi ile ilgili hiçbir bilgiye sahip değil ve evlat edinildiği ailenin tek çocuğu olarak hayatını sürdürüyor. Hayatını alt üst eden olay 2013 yılında arkadaşının ona bir video göndermesiyle gerçekleşiyor. Anais izlediği Youtube videosunda kendisine tıpatıp benzeyen bir kadın görüyor. Video, Amerikalı bir kadının arkadaşıyla çektiği bir skeç. Anais kim olduğunu öğrenmek için kadını araştırmaya başlıyor. Bilgilerine ulaşması kolay olmuyor. Kısa süre sonra 21&Over adlı filmin trailerında da aynı kadını görünce aradığını buluyor: Samantha Futerman. Samantha'nın Facebook bilgilerine baktığında ikinci şoku yaşıyor. Doğum tarihi: 19 Kasım 1987. Daha da ilerisi, Samantha'nın Youtube kanalında bir videoya rastlıyor: Evlat edinilmek nasıl bir duygu?

Hikayenin öbür tarafına geçelim. Samantha Futerman, Amerika'da iki erkek kardeşi ve anne-babasıyla birlikte yaşıyor. Çocukluğundan beri oyunculuk yapıyor ve Youtube'da videolar yayınlıyor. Güney Kore-Busan'da doğmuş ve ailesiyle havaalanında tanışmış. Bir gün Twitter'ında bir mesaj görüyor: Facebook mesajlarını kontrol eder misin? Facebook'ta Anais'in mesajıyla karşılaşıyor ve bu kez şok sırası Samantha'ya geliyor. Anais'in fotoğraflarına bakınca, kendisini görüyor. İki farklı coğrafyada, iki bambaşka aile ve çevreyle büyüyen Anais ve Samantha, birbirlerini 25 yıl sonra bulan ikiz kardeşler...

Belgesel, Samantha'nın başına gelenleri anlatmasıyla başlıyor ve potansiyel ikizi Anais ile ilk Skype konuşmasını gerçekleştiriyor. Yaşadığı şoktan sonra, tüm aşamaları ve hikayenin devamını kameraya almak isteyen Samantha, izleyeni de kendi yolculuklarına çıkarıyor. 25 yıldır birbirlerinin varlığından haberdar olmayan ikiz kardeşler Anais ve Samantha'nın hikayesini anlatan belgesel hem çok keyifli hem de çok duygusal.

Devamında neler yaşadıklarını öğrenmek için Twinsters'ı mutlaka izleyin. Eğer bir kardeşiniz varsa, onları çok daha iyi anlayacaksınız. Kardeşlik bağı dünyadaki hiçbir şeye benzemiyor ama tahmin ediyorum, ikiz kardeş olmak ondan da başkadır. "Tamamlandık" diyor Anais ve Samantha, birbirlerini bulduktan sonra.

Belgeselde yoğun bir duygu seli yok. Duygusallığı hikayenin kendinden. Belgesel aslında "dram" diyebileceğimiz bir öyküyü oldukça sevimli bir şekilde aktarıyor. İkizler zaten çok renkli karakterleri olduğu için aşırı duygusallığa yer vermiyor. İzleyiciyi gözü yaşlı ama yüzü gülerken bırakıyorlar. 

Salı, Nisan 26, 2016

Kendine Ait Bir Oda'dan Notlar - 1



Eline kalem almaya karar vermiş her kişinin, özellikle kadınların okuması, üzerine düşünmesi gereken bir kitap Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sı. İşte böyle konuşuyor Woolf kadınlarla; 

Bir kadın kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır. Ve göreceğiniz gibi bu, kadının gerçek doğasına ve kurmacanın gerçek doğasına dair büyük sorunu çözümsüz bırakmakta. 

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık. Çar ve Kayzer ne taç giyerler ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağıda olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı, kendileri büyüyemezlerdi. Bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. Ayrıca erkeklerin, kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden, kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. Çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür, erkek hayata uyum sağlayamaz olur. Kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder?

Ezelden beri bütün şairlerin bütün yapıtlarında kadınların işaret ışığı gibi yandıklarını söyleyebiliriz. Oyun yazarlarında Clytemnestra, Antigone, Kleopatra, Lady Macbeth, Phedre, Cressida, Rosalind, Desdemona, Malfi Düşesi; düzyazı yazanlarda, Millomont, Clerissa, Becky Sharp, Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermantes -bu adlar insanın aklına üşüşürken "kişiliği ve niteliği eksik" kadınları düşündürmüyor hiç. Aslında, eğer kadın sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı, kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik; çok farklı; yürekli ve huysuz; muhteşem ve çıkarcı; müthiş güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük. Ama bu, kurmacadaki kadın. Aslında, Profesör Trevelyan'ın da işaret ettiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu.

Böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. Hayal edildiğinde çok önemli, pratikte ise tamamıyla önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor. Kurmacalarda, kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor, gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. Dudaklarından, edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor, gerçek hayatta okuması, yazması neredeyse yok, zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.

Şu yaşlı beyefendiler insanı fazla düşünmekten nasıl da kurtarıyorlardı! Onlar yaklaşınca cehaletin sınırları nasıl da geriliyordu! Kediler cennete girmez. Kadınlar Shakespeare'in oyunlarını yazamaz. 

Bir kadının Shakespeare'in yaşadığı çağda Shakespeare'in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare'in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith'ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir -annesine para kalmıştı-, orada Latince -Ovid, Vergilius ve Horace-, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki de geyik vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra'ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor, hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kız kardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kağıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı -gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra'nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda -çünkü çok gençti, şair Shakespeare'e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar-, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece -eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?- bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür. 

Dünya kadına, erkeklere dediği gibi "İstersen yaz, umrumda değil." demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek "Yazmak mı?" diyordu, "Yazman ne işe yarıyor?"

Varsayalım ki bir baba, soylu nedenlerle kızının evden ayrılıp, yazar, ressam ya da biliminsanı olmasını istemiyordu. "Bak Mr. Browning ne diyor?" derdi; hem sadece Mr. Browning de değil; Saturday Review gazetesi; Mr. Greg de vardı- "bir kadının varlığının temeli" diyordu Mr. Greg, üzerine basa basa "erkeklerden destek alması ve erkekler tarafından yönetilmesidir."- erkeklerin görüşü öyle büyük bir yer kaplıyordu ki kadından entelektüel bir şey beklenemezdi. Babaları bu görüşleri yüksek sesle okumasa bile her kız bunu kendi kendine okuyabilirdi. Ondokuzuncu yüzyılda bile bunları okuyunca kızların hevesi kırılır, işlerine yansırdı herhalde. Sürekli, şunu yapamazsın, bunu beceremezsin türünden iddialara göğüs germek, onlarla baş etmek zorunda olurlardı.

... Çünkü burada yine kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; "kadın aşağıda olmalı"dan çok "erkek üstün olmalı" diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.

Heyhat! Yazmayı deneyen bir kadını
Kendini bilmez bir yaratık sayarlar
Hiçbir erdem telafi edemez bu hatayı
Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz
Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun
İşte bunları istemeliymişiz
Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak
Güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş
Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi
Berbat bir evin sıkıcı işleriniyse
En büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri

Onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri'nden ya da Güller Savaşı'ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı.

"Genelde kadınların çok serinkanlı olmaları istenir; ama kadınlar da erkeklerle aynı şeyleri hissederler; erkek kardeşleri gibi onlar da yeteneklerini işletmek, çabalarını harcayacakları alanlar bulmak ihtiyacındadırlar; katı yasaklamalara, mutlak durgunluklara tahammül edemezler, tıpkı erkekler gibi; daha fazla ayrıcalığa sahip başka insanların, onların puding hazırlamakla, çorap örmekle, piyano çalmakla ya da nakışla yetinmelerini söylemeleri darkafalılıktır. Kadınlar geleneklerin kendi cinsleri için gerekli gördüğünden fazlasını yapmak ya da daha fazla öğrenmek istiyorlarsa onları suçlamak ya da alay etmek düşüncesizliktir."


Pazartesi, Nisan 18, 2016

O ve Ben'den.



Necip Fazıl'ın şahsına münhasır eseri.

"Sakın bu dünya göze görünür ve görünmez her şeyiyle doğacak bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu müthiş bir yalan olmasın? Ve sakın o çocuk ben olmayayım? Bana öyle geliyordu ki, herhangi bir coğrafya mevkiinden, herhangi bir hâdisenin sebep ve neticesine kadar bütün yeryüzü tecellileri bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret... Mesela şimdi Şimal Kutbu diye bir yer yoktur; annem beni doğurmamıştır; iki kere iki dört etmez; tarih baştan başa uydurmadır; şu dakikada filan devletle falan hükümet aralarında sadece harp taklidi yapmaktadır; tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor. Ve kapıları, pencereleri, sükutları, soğukkanlılıkları tekmeleyip avaz avaz haykırmak istiyordum: Doğrusunu söyleyin, bana doğrusunu söyleyin! Hepiniz birden bütün kanunlarınız ve bütün müesseselerinizle elbirliği edip bir insandan, meçhul bir insandan bütün hakikati gizleyebilecek tecrübedesiniz! O insan benim işte! Söyleyin bana her şeyin doğrusunu. Eşyaların ve hadiselerin peçesini kaldırın ve iç yüzlerini gösterin!
Ve belki de tımarhanedeki deliler kursaklarındaki sırrı artık ağızlarından kaçıracak kadar ruhları zayıfladığı içindir ki böyle demir parmaklıklı kümeslere kapatılmışlardı."

Necip Fazıl- O ve Ben 

Salı, Nisan 12, 2016

Think Green

Geçenlerde izlediğim, iki bambaşka konulu ve amaçlı belgeselin sonunda aynı yere çıktığını farketmem beni bu yazıyı yazmaya zorladı. Bize bahşedilen bir lütuf olan doğayı gitgide tükettiğimiz ve tükettiğimizi yerine koymadığımız bir zamandayız. Birçok farklı sorunun içinde boğuşuyor oluşumuz, aslında tüm sorunların temeli olan "tüketme"yi durdurmamamıza bahane olamaz. Ben tüketmek dedim, aslında bilinçli-bilinçsiz zarar vermek, daha da ilerisi yok etmek. Yok oluyoruz, farkında değiliz. Bu yok oluşun başlangıcı, denize attığımız çöpten, kendimize lüks yaşam alanları açmak için katlettiğimiz ormanlara kadar uzanıyor. Yok olduğumuz gibi, yok ediyoruz. Kendi doğal alanlarımızla birlikte, bu dünyayı paylaştığımız başka canlıların doğal alanlarını da yok ediyoruz. Bizim burada yanlış bir alana inşa ettiğimiz bir tesis, binlerce kilometre ötedeki başka canlı toplulukları da etkiliyor, evet. Ve bu oldukça kısa bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Bizim için uzun, ama dünya için kısacık bir zaman diliminde. Bu yok oluşun önüne geçmek için mücadele eden insanların bunu başardıklarını da görünce, ben de kendime şu soruyu sordum: Neden olmasın? Şimdi bahsedeceğim iki insan da "Neden olmasın?" demiş ve oldurmuşlar. O zaman şöyle diyeyim; ustalara saygı kuşağında bugün: Al Gore ve Sebastiao Salgado.

An Inconvenient Truth (2006) Amerikalı aktivist ve siyasetçi Al Gore'u ve onun küresel ısınma ile bireysel ve kolektif mücadelesini anlatan, Davis Guggenheim imzalı belgesel. Al Gore tam bir slayt üstadı. Küresel ısınmanın tüm yönlerini, sebeplerini, etkilerini, sonuçlarını slaytlarla dünyanın her yerinde anlatıyor. Belli aralıklarla TED'te konuşuyor ve gelişmelerle ilgili toplumu bilgilendiriyor. Ben de "çevreci" Al Gore'u TED konuşmalarından birinde tanıdım. Sonra belgeselini seyrettim. Al Gore'dan çıkardığım dersler hem belgeselinden hem de TED konuşmalarından oluşuyor. Bunları niye mi paylaşıyorum? Çünkü bence dünyadaki en büyük bencillik, faydalı bilgiyi kendine saklamaktır. Ben bu belgeselleri izledikten ve bu konuyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra bireysel olarak neler yapabileceğimi öğrendim ve uygulamaya başladım. Bunu okuyan herhangi biri de uygularsa, bu yok oluşu neden durduramayalım?



Öncelikle, doğa, çevre, küresel ısınma, döngünün bozulması, hayvan ve bitki nesillerinin tükenmesi ve tüm bunlara sebep olan her şey Al Gore'a göre "ahlaki" bir mesele. Evet, politik bir tarafı mutlaka var ama bu konuya önce "insan" olarak moral (ahlaki) tarafından bakmamız gerek. Şöyle diyor Al Gore:

"Bize ihsan edileni çocuklarımıza miras olarak bırakamayabilirdik."

Dengelerin bozulmaya başlaması, -şimdilik- bizi etkilemeyebilir ama çocuklarımızı ve torunlarımızı mutlaka etkileyecek. Peki dengeler niye bozuluyor?

Al Gore medeniyetimiz ve Dünya arasında çatışmaya sebep olan üç faktöre işaret ediyor.
Birincisi nüfus patlaması. Bunu açıklamaya gerek olduğunu düşünmüyorum.
İkinci faktör "eski" alışkanlıklarımızın "yeni" teknoloji ile aynı şekilde devam etmesi. Daha iyi anlaşılması için şöyle bir denklem kuruyor Al Gore:

Old habits+old technology = Predictible Consequences

Old habits+new technology = Dramatically Altered Consequences

Eskiden savaşlar mızrakla, yayla ve okla yapılırken, şimdi aynı savaş anlayışıyla ama nükleer silahlarla savaşınca, bundan zarar eden Dünya oluyor.

"Teknolojimiz insanoğlunun hesaplarından daha büyüktür. Hepsini bir araya getirdiğimizde bir çeşit tabiat gücü olup çıkıyoruz."



Üçüncü faktör biziz. Yani "bakış açımız". Tehlikeyi algılamadan önce bir şok yaşarız. "Bu tehlike çabucak geliyor olsa da, eğer bize ağır ağır gözüküyorsa, yerimizden kıpırdamama, tepki vermeme ve harekete geçmeme ehliyetine sahibiz." Bizim için 50 yıl çok uzun bir süre iken, Dünya için aslında çok kısacık bir süre. Al Gore, yaşadığı zaman dilimi içerisinde büyük bir buz kütlesinin erimesine şahit olabiliyor. Yani doğanın tükenmesi bir insan ömrü içerisinde, tehlike çanlarının çalınmasına sebep olacak derecede kısa bir zamanda gerçekleşiyor.

Buradan işin politik tarafına atlayıp coğrafi olarak daha çok yer kaplayan, bu nedenle yanlış uygulamalarıyla çevreye daha çok zarar verme ihtimali olan ülkelerin ne gibi düzenlemeler yapması gerektiğinden bahsediyor. Bu ülkeler aynı zamanda politik olarak da güçlü devletlere sahipler. Çevreci düzenlemeler yapmaktan kaçınmalarının sebebi ise tamamiyle ekonomik. Al Gore küçük bir çocuğun dahi anlayabileceği bir şekilde ekonomi ve çevre ilişkisini özetliyor. Terazinin bir tarafına altın külçelerinin, diğer tarafına da gezegenimizin konulduğu bir politikanın iki açıdan hatalı olduğunu söylüyor. İlk olarak tek bir soru soruyor: Gezegenimiz olmazsa?
İkinci olarak da eğer doğru olan yapılırsa, altın külçeleriyle gezegenimizi barıştırıp, birçok iş alanı açarak refah seviyesini arttırabileceğimizi söylüyor.

Son olarak da sorunun çözümünü sunuyor Al Gore. Henüz bir arabam, evim ya da fabrikam olmadığı için kendi doğal alanımda ne yapabilirsem onu yapıyorum. Al Gore'un sunumlarında gösterdiği kurumuş göller, yanmış ormanlar, ölmüş hayvanların fotoğrafları, en az savaş fotoğrafları kadar insanın içini acıtıyor. Acıtmalı.



Doğadan aldığını fazlasıyla geri veren insanlar var. Biz neden olmayalım?

Sebastiao Salgado. Brezilyalı ünlü belgesel fotoğrafçısı. Fotoğraflarına hayran olmamak elde değil ama ben bugün çevreci Salgado'dan bahsedeceğim.

Onun yüzünü böyle doğaya çevirmesinin nedeni insan ırkının tüm kötücüllüğüne şahit olması. Wim Wenders ve Juliano Riberio Salgado imzalı The Salt of the Earth belgeseli Salgado'nun hayatını ve eserlerini anlatıyor. Çalıştığı bir kahve şirketinin, onu Afrika'nın Sahel bölgesindeki kahve plantasyonlarına göndermesiyle birlikte hayatı değişiyor. Yanına aldığı fotoğraf makinası onun ne yapmak istediğine karar vermesini sağlıyor ve Salgado fotoğrafçılığa başlıyor. Uzun süreli projelerinin ilkini kendi özüne dönerek gerçekleştiriyor. Hindistan yerlilerinin torunları olan Meksikalı ve Brezilyalı köylüleri "anlattığı" Other Americans albümünü 7 yılda oluşturuyor. Her bir fotoğrafı hayran kalınası Workers albümü 26 ülke gezerek fotoğrafladığı Avrupadaki göçmen işçilerin hikayesi. 2000 yılında ruhunu hasta eden bir çalışmaya imza atıyor. Migrations and the Children, 41 ülke gezerek gördüğü göçmenlerin, mültecilerin, vatansız insanların ve çocukların portrelerinden oluşuyor. Rwanda'nın tüm acısını Salgado'nun siyah beyaz fotoğraflarında hissetmemek imkansız. Yine yaptığımız, "başkalarının acısına bakmak"tan başka bir şey olmasa da...



"Umudum, birey, grup veya toplum olarak milenyumun eşiğinde zor durumdaki insanların acılarına son vermemiz. En basit haliyle bireycilik, bencillik felakete dönüşmektedir. Bir arada varoluşumuzun yeni rejimini yaratmalıyız."

Salgado'nun bu önerisini tabi ki gerçekleştiremedik. Fotoğrafları acının tüm yönlerini gösteren kanıtlar ve tefekkür nesneleri olarak kaldı. "Herkes türümüzün ne kadar korkunç olduğunu görmek için bu resimleri görmeli." Türümüzün korkunçluğunu gördük, daha kötülerini de gördük ve bir şey yapamadık.



Bu son çalışması Salgado'yu ruhsal olarak yıkıyor. Bir insanın yaşayabileceği tüm acıya şahit olması onu fotoğraf makinasından da uzaklaştırıyor. İnsanın insana yaptığı kötülükten sonra, insanın doğaya ettiği zulmü fotoğraflamak isterken, fikrini değiştirip, dünya üzerinde insan canlısının eli değmemiş, dokunulmamış, Salgado'ya göre yaratıldığı ilk günden bu yana aynı şekilde kalmış yerleri ve toplulukları fotoğraflamaya karar veriyor. Böylece Genesis çalışması ortaya çıkıyor. Doğaya ve saf insana dönüşü ruhunu iyileştiriyor ve -sağolsun- bize estetikliği bir yana, fotoğrafa baktığımız ilk an, gerçek mi yoksa bir tablo mu olduğunu anlamadığımız muhteşem bir albüm bırakıyor.



Onun doğaya bu dönüşü yalnızca fotoğraflarında kalmıyor. Ailesinin ona miras bıraktığı, kurumuş ve yok olmaya yüz tutmuş arazi, tüm güzelliklerini gördüğü doğa için bir şeyler yapmaya zorluyor Salgado'yu. Tek tek ağaç dikerek yeniden canlandırmaya çalıştıkları arazi, 2 milyon ağaçlı Terra Enstitüsü'ne dönüşerek ulusal park haline geliyor.

Sözün özü, yıkmak bizim elimizdeyse yapmak da bizim elimizde. Ben işe, telefonumu şarj etmediğim zamanlarda dahi prizde takılı olan şarj cihazımı prizden çıkarmakla başladım. Doğayı korumak için doğaya tapmamıza gerek yok. Yarın nefes almak istiyorsak, bugün nefes alma kaynağımızı korumamız lazım.



Kıssadan hisseyi de Fethi Gemuhluoğlu'na bırakıyorum.

"Tabii, insan fikre dost olunca, tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu'da. Peygamber-i Ekber bir hadis-i nebevilerinde fem-i saadetlerinden buyuruyorlar ki, 'Kıyamet alametleri belirse, kıyamet an meselesi haline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyamete hazırlanınız.' Orman... Orman için, ormana destan düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadis-i nebeviden hareket etmek kafidir."


Al Gore TED Konuşmaları
The Case for Optimism on Climate Change: https://www.youtube.com/watch?v=u7E1v24Dllk
İklim Krizi Üzerine Yeni Düşünceler: https://www.youtube.com/watch?v=YOh8sGixpe0
Al Gore İklim Krizine Çözüm Buluyor: https://www.youtube.com/watch?v=rDiGYuQicpA

Sebastiao Salgado TED Konuşması
The Silent Drama of Photography: https://www.youtube.com/watch?v=qH4GAXXH29s


Salı, Nisan 05, 2016

İyi Bir Koleksiyoncu Değilim



Bugünün yazısı bu olsun. 
Rastgele açtım Yıldızlı Atlas'ımı, en sevdiğim yazılardan biri düştü önüme. 
Yazısız kalacağım günler için iyi yazılar biriktiriyorum.

Gün ortasında dışarı çıkıyorum. Umutsuz ve karanlık anılarım için, içime biraz günışığı biriktiriyorum.

Güpegündüz yürürken, yıldızlar düşüyor önüme, ipil ipil yıldızlar!.. Karanlık gecelerde göğe asmak için, önüme düşen yıldızları alıp biriktiriyorum.

Parklara, okul bahçelerine gidiyorum. Sessiz evimiz için, çocuk sesleri; kuşsuz ağacımız için, kuş sesleri biriktiriyorum.

Sonra denize iniyorum, denize çıkan bir sokaktan. Gökyüzü için biraz mavi; havadaki benzin kokusunu kırmak için, biraz yosun kokusu biriktiriyorum.

Dalgınlığımdan olacak, nasılsa bir şeye takılıp düşüyorum. Giysilerimden düğmeler kopuyor. Halime bakıp gülüyorum. Kahkahalarımı iliklemek için kopan düğmelerimi biriktiriyorum.

Doğrulurken, annemin gülümsemesi geliyor gözümün önüne. Çaresizliğimi bastırmak için, annemin gülümsemelerini biriktiriyorum.

Akşam oluyor. "İyi akşamlar," diyor yanımdan geçen birileri. İyi akşamlar dileklerini alıp, iyi olmayacak akşamlar için biriktiriyorum.

Eve dönüyorum, canım sıkılıyor. Atlasları açıyorum. Bir gün her şeyi bırakıp gitmek geliyor içimden. Atlaslardan, gidilebilecek küçük ve ıssız adaların isimlerini biriktiriyorum.

Gazetelere bakıyorum. Gözleri bantlı yüzlerce kelime geçiyor içimden. Gazetedeki gözleri bantlı çocuklara yazacağım mektuplar için, gözleri bantlı kelimeler biriktiriyorum.

Bakıyorum da, iyi bir koleksiyoncu değilim yine de. Günler geçip gidiyor önümden. Geçen günlerin ardından koşuyorum, koşuyorum, koşuyorum...

Burhan Eren / Yıldızlı Atlas syf. 73